Zeki Demirkubuz ile Film Arası dergisi bir röportaj yapmış: “Feriştahını bile eleştiririm.” Başlık bu, ben çok seviyorum bunu...

Zeki Demirkubuz ile Film Arası dergisi bir röportaj yapmış: “Feriştahını bile eleştiririm.” Başlık bu, ben çok seviyorum bunu, çünkü bu anlayış bizim yıllar önce Giovanni ile konuşmamızda savunduğumuz bir tezdi.

Bir gün Yeni Sinema dergisinin genç yazarları birlikte Giovanni’ye gitmişiz, orada anlattı, 90’lı yıllar:

“Atilla geldi, dedim ki ona hem eleştirmen hem cici çocuk olamazsın. -Ne yapayım Giovanni kimseyi kırmak istemiyorum. –Ama Atilla senin sorumluluğun ne yönetmene, ne senariste, ne yapımcıya ne de ithalatçı firmaya, yalnızca okura karşı sorumlusun. Sonra da beni dinleyip güldü, konuyu eski günlere getirdi.”

Aynen böyle anlatmıştı, ben de sordum: Brecht diyor ki herkesin beğendiği oyun iyi oyun değildir, oyun da insan gibidir, seçmesini bilmeli, kime sesleneceğini, kiminle yarenlik edeceğini, herkesi memnun etmeye çalışmak oyunu iğdiş eder. Okura karşı sorumluyuz da, hangi okura, tek bir okur yok ki. O zaman sorumluluğumuz elbette yalnızca okura karşı olmalı, ama bunu sağlamak için de yalnızca gerçeğe sadık olabiliriz, gerçeği keşfetmeye çalışmak ve elbette onu araştırırken kişisel ilişkilerimizden mümkün olduğunca arınmak, başka yolu var mı?

Haklısın Zahit, dedi Giovanni, zaman testini de yalnızca gerçek yapabilir.

Ekledim: Gerçeği yakalamamız aslında bir ütopya, hiçbir zaman erişemeyeceğimiz bir şey, ama aklımızın bir köşesinde sürekli olması gerekiyor, nasıl nesnel olamazsak bile, aynı zamanda nesnel olmak için de çırpınıp sorgulayıp durmalıyız.

Bunda haklısın, ama ne dediğim anlaşılıyor değil mi? dedi Giovanni. -Her zamanki gibi, doğruları ve ilkeleri söylüyorsunuz, bizim için çok yol gösterici oluyor bu konuşmalar. Giovanni devam etti: asıl eleştirinin yapması gereken ne dediğini bilmek ve eleştiriyi kuşatmak, yoksa bu iletişim çağında taşı gediğine koymak için çırpınanlar ne hedefi vurabiliyorlar ne de dengede kalabiliyorlar. Öyle zaman oluyor ki attıkları taştan daha çok kendileri uzağa savruluyorlar.

Bu iki tavrı çok iyi biliyorum, inanıyorum ve savunuyorum, Türkiye’de asıl olmayan bu, fikir değil taraf kavgası yapılıyor çoğunlukla. Giovanni’nin ise en sevdiğim tarafı buydu, böyle şeylere zerre kadar sinirlenmez, çok güzel espriler yapardı, biz esprisine gülerken ise o Samsun’undan derin bir fırt alır, ardından Nijat’la telefon konuşmalarına geçerdi, tabi ki bizim için her zaman Nijat Özön’dü, ardından ise sıra Rekin Teksoy’a gelirdi. Neredeyse o konuşmaların çoğu uydu aracılığı ile bir araya gelmişiz gibiydi, gıyaplarında konuşuyorduk, ama bizim söylediklerimiz kısmen onlara aktarılıyordu, onların ki de bize. Toplantılar ayda bir yapılıyor ve dostluk havasında geçiyordu.

Bunları anlatmamın nedeni şudur: iki şey vardı orada, dostluk ve samimiyet fikir tartışmasının zeminini hazırlıyordu. Oysa Türkiye’de eleştiri ne yazık ki dostluk ve samimiyet ile harmanlayıp fikir eleştirisi yapmıyor, fikirler budanıp saldırı için birilerine karşı kullanılıyor.

Sanıyorum eleştirimizi en çok körleştiren bu, gelişmek yerine sürekli budanırsa, bir türlü serpilemiyor, daha da önemlisi fikirlerin tartışıldığı hiçbir havuz yok. Eleştirmenler içinde dahi büyük bir kör dövüşü var, oysa bizzat eleştirinin bize göre en çok yapması gereken “öz-bilinçli” olmasıydı, birbirlerini bilmek kadar diğerinden beslenmeliydi ve dahası eleştiri okurla ortak buluşmalar yapabilmeliydi. Giovanni burada örnek olarak Yılmaz Güney’le Akad’ı vermişti bir kere, eklemişti, sinemamızda bizim kuşaktan en çok bunlar kalıcı ürünler verdi, her ikisi de dinlemeyi bilen insanlardı, kim ki üste çıkmak için fırsat kolluyorsa, onların gazı fazla barutu az oldu demişti bir keresinde. Sinematek içinde söylediği bir şey zaten bizim derginin çıkış noktasıydı: bir sürü eleştirmenin, hangisi üretiyorsa, onun eserlerinin yer aldığı bir dergi çok faydalıdır, eleştirmenlerin gruplaştıkları ve herkesin kendi dergisini ötekine kapatması büyük yanlış. Yeni Sinema dergisi bizim tarihimizde çok daha kalıcı olacak, çok iyi bir dergi olduğu için değil, nihayetinde ortak havuz olabildiği için, dönemi çok iyi yansıtabildiği için.

Eleştirmen denilen insan diğer yazarı rakibi olarak görürse, o işte çok fena diyordu ve ekliyordu, eleştirmenlerin birbirlerini çekememesi en az yönetmenler kadar hastalıklıdır.

Türkiye’de ne yazık ki tartışmalar büyük oranda Giovanni ile konuşmalarımızı bana hatırlatıyor, nedeni basit aslında, çünkü aradaki büyük tarihsel değişimlere, eleştirinin üretim koşullarından toplumsal tepkilere kadar şaşırtıcı farklılıklara rağmen, aslında eleştirinin sorunları çok fazla değişmiyor.

Bir gün bunları Nijat Özön’le konuştuk; biz de eleştiri geleneği yoktur, tenkit geleneği vardır, eleştiri deyince insanların çoğu kınama anlıyor. Yönetmenler kendileri hakkında ne demişler diye meraktan çatlar, ama onlara da saygı duymaz, hırslanır, eleştirmenler ise sanki açık bulunca heyecanlanmış gibidir, onlar ise taraf tutmadan duramaz. Biz de tarihçilik değil ne yazık ki tenkitçilik her zaman daha yaygın oldu, hatta bana göre Türkiye’de batıdan farklı olarak magazincilikte bile tenkitçilik daha fazladır, orada bile vukuatçılık eğilimi öne çıkar, diyordu.

Özön’le konuşmak demek, hangi konuyu açsanız tarihten bir örnek vererek anlatması anlamına geliyordu, kimi zaman da Cumhuriyet de yetmez, Osmanlıya kadar giderdi.

Bir gün Rekin Teksoy’a inatla sordum: düpedüz yalan yazmaktan, adam kışkırtmaya ve hedef göstermeye kadar, biz de siyasette, sanatta, sinemada bu eğilimin olmasının nedeni nedir?

Rekin abi avukattı, ama birkaç yıl yaptıktan sonra bilerek bırakmıştı, istemeyerek yaptığını söylüyordu, açıkçası yargıya ilişkin kuşkulu olduğunu ve adalet inancının (daha fazla) sarsılmaması için bıraktığını düşünürdüm ben.

Bir gün Agah Özgüç “Türk Sinemasının Kleptomanları” başlıklı bir yazı yazmış. (isimleri vermek Agah Özgüç’e düşer, ondan burada yazmıyorum) Sinemadaymış, birçok dönemin önemli yönetmeni salonda, yabancı film, çok beğenmişler ve fuayede sahneleri paylaşıyorlarmış, şunu ben çekeceğim, orası benim, şöyle böyle derken yönetmenler sahneleri paylaşmışlar. Agah Beyin anlatımına göre bunu yazacak, ama yönetmenlere de hırsız demek istemiyor, düşünmüş taşınmış ve en yumuşak terim olarak kleptomanı bulmuş, rahatlamış ve yazmış bunu.

Yönetmenler çok kızmışlar buna, bağırma çağırma, “seni mahkemelerde süründüreceğiz”, tehditler, neyse iş dönüp dolaşmış Rekin Teksoy’a gelmiş, onu ofisinde ziyaret edip durumu anlatmışlar, yazı da önlerinde heyecanla yazıya gösterip kimi satırları okuyup küfürlü konuşuyorlar. Rekin Bey yazıyı okumuş. Baktım diyor, insan yalan yazsa böyle ayrıntılar veremez, haberi okuyorum, neresinden baksan yaşanmışlık kokuyor. Sordum ben bunlara, şu bu derken, olayın doğru olduğunu anlattılar, ama epey ıkındılar bunu anlatırken. Ben de dedim ki burada suç unsuru yok, davayı açsak bile kaybederiz. Rekin Bey veciz şekilde bağladı, “Zahit, doğruyu söylemenin suç olduğu yerde, yalanın ticareti nasıl olmasın?”