Türkiye’de İslamcılar sinemada yeni bir umut kaynağı olabilir miydi?

Yaklaşık bir ay oldu, İstanbul Film Festivali bitti. Bir zamanların muhteşem atmosferli ve onbinlerce insanı şehrin içinde seyyah yapan festival şimdilerde pek demode. Hele festivalin ödül gecesi inanılmaz, değil basının akın etmesi, ciddi anlamda haberi bile olmuyor. Bu ne demektir?

Bunun yalın anlamı, bugün derin bir siyasi krizin içinde yaşadığımız için, sinema dünyası normal koşullar oluşana kadar, her şeyi en azından en dip seviyesinden durdurmak ve yeniden hayat normalleşene kadar, kaynağı en azından kurutmamak derdinde.

İkinci olarak, sinema dünyasında esasa dair hiçbir tartışma yok: çünkü bugün dile getirilecek kurumsal ya da artistik fikirler, yarın onların dosyalarında görünecek, bu nedenle teslimiyeti sessizlikle geçiştiriyorlar.
Peki, İslami sinemacılar için ne diyeceğiz? Gerçek yalın haliyle şu: onlardan ulusal ya da uluslararası düzlemde “sinema sanatçısı belgesi ya da ehliyeti” alanı yok, ne belgeselci, ne kurmaca yönetmeni, ne de dizi yönetmeni olarak, meşruiyet elde edeni yok.

Ama yalnızca bu da değil, yani yalnızca sinema değil mesele…

İşler daha derinde, meşruiyet sorunu, ya da meşruiyet krizi aslında evrensel bir sorun…

Aslında edebiyatçı ya da tiyatro yazarı olarak,

Ya da mesela şarkı sözü yazarı olarak, ya da ne bileyim, bilimsel anlamda tarihçi olarak…

Ya da dahası var, uluslararası önemi olan bir iktisatçı olarak,

Hadi bunları geçtim, ama örneğin dünyaca ünlü bir teolog olarak… İşte gerisini siz sayın, bu anlamda bu ehliyete sahip olan kim var?

Siyasallaşan İslam’ın evrensel olan, bilgisiyle kültürüyle ilmiyle ve yaşamıyla örnek olan, sahaya inmiş, bir nizam geliştiren, bir toplum kuramı oluşturan, bir toplumsal reformlar yapan günümüzdeki büyük ismi kim?

Geriye ne mi kalıyor? Büyük Türkiye’nin ULAŞILMAZ BÜYÜK KURU GÜRÜLTÜCÜLERİ…

Bakın yakın geçmişte, Flaşback diye İslami Sinemanın Türkiye’deki gelişimini anlatan iki cilt kitap çıktı. Baktığımda ne gördüm: BÜYÜK HAYAL KIRIKLIĞI, niye mi? Çünkü asıl sorun şudur, un var şeker var… Şu var bu var, geriye ne kalıyor, helvayı karacak bir akıl ve yetenek ve ahlak, ama bakıyorsunuz, bir türlü olmuyor.

Bu ne demektir? Bunun anlamı şudur, kuru gürültüyü yapan insanların bunların hesabını vermeye hiç yanaşmamaları, on yıllar öncesinde hayal bile edemeyecekleri olanakları elde ettiklerinde, esasa dair hiçbir eser ortaya koyamamalarının nedeni, kusura bakmasınlar, kendilerinde, çıkış noktalarında ve elbette ki akıl-dışı iddialarındadır.

En basit haliyle söylüyorum, Batılılaşma diye karşı çıkıp, bizi özümüzden kopardılar diyorlar.

İkinci olarak ise Batı'nın en yoz özelliklerini aldık diyorlar.

Ama hakikate eğildiğimizde ne görüyoruz? Batılılaşmayı savunanlar bizzat devletin merkezindekilermiş, onlar ise Batı'ya özendikleri için değil, ağır yenilgilerden sonra, bizzat devleti ayakta tutmak için bu yolu seçmişler.

Ama daha korkunç bir gerçek daha az biliniyor: zaten silah teknolojisini Osmanlının en şanlı devrinde dahi dünyanın değişik ustalarından alan biz değil miyiz? Bu teknoloji ve usta transferi bittiğinde ise yıkım inanılmaz bir hız kazanmıyor mu? Batılılaşma değil, o adlandırma esastan yanlıştır, Osmanlı belirli açılardan rasyonelleşme ve bilime erişme çabasına girmiştir, o da bize özgü dar kafalılık yöntemleri ve çatışma ile…

Batı'nın yoz özelliklerine gelince, Batı'dan İslam’ın özünde ve söyleminde olmayan, irrasyonalist ve elbette ki de-humanize filozofların bu ülkedeki takipçileri kendileridir. İslamcıların kendi meşru zeminlerini oluşturmak için, akıl karşıtı ve insanı kötüleyen 'sözcülere' meyletmesi, tarihsel büyük bir gaftır ve yalan perdesi böyle açılmıştır. Bu 'sanatçıların' kendi dediklerini meşrulaştırmak için gerçekliği yok saymaları ve elbette dramatik çatışma ve itirafı küçük görmeleri, sanatın kendisinin üretilmesini de engellemektedir. 'Kötü' ve 'özel hayat', 'benliğin oluşması' ve 'çatışma' gibi sanatın doğasında ve esasında olan şeyler sanat eserine nakşedilmezse, aynı şekilde, itiraf eden insanların hakikate yakınlığı onore edilmezse, geriye kuru gürültü kalır, sanat değil.

TÜRKİYE’DE SİNEMA KURUYOR, AMA EDEBİYAT DA KURUYOR, VİTRİNDEKİLERİN DERDİ İSE NE SANAT NE DE İTİRAF! ONLARIN DERDİ OLSA OLSA HAKİKATİN RESMİNİN YASAKLANMASI OLABİLİR.