Stagflasyona ve derin durgunluğa giriyoruz. Daha önce de girdik, her seferinde çıkış ekonomi dışı yollarla sağlandı. Çünkü stagflasyon basit bir ekonomik sorunun ötesinde yoğunlaşmış emek-sermaye çatışmasıdır

Türkiye Ekonomisinin Ağır Ölümü, Tahtakuruları ve İşçiler: Domuz bağı

Serdal Bahçe - Akademisyen

3. Havalimanı işçilerinin eylemleri günlerdir sürüyor. Kaldıkları barakaların kapıları kırıldı, 500’e yakını gözaltına alındı ve 24’ü tutuklandı. Biri “ne var bizim okulda da tahtakurusu vardı” dedi; öbürü “biber gazı sıkın da tahtakurusundan kurtulsun itler” diye haykırıverdi; berikisi ise “havalimanının açılışına şu kadar gün kalmışken bu da neyin nesi” deyi soruverdi.

Bir bölük solcu münafığın dışında kimse onlara hak vermedi; kimse seslerini duymadı. Onlar pek çok işçinin inşaat sırasında öldüğünü söyledi, sosyalistler işçi sınıfının gizli ve açık yarlarına parmak bastılar; havalimanistler ise “terörist diye damgalayıverdiler. Uyumlu ve isyanı olmayan işçi sınıfı hayal ettiler, olmayınca küfrettiler. Kenan Evren zamanında greve gerek yok devlet hakkınızı korur fetvasını vermişti. Erdoğan ise işyerini kapatacaksınız da ne olacak siz de işveren gibi kaybedeceksiniz demişti. Uyumlu ve isyanı olmayan işçi sınıfı hayal ettiler, olmayınca dövdüler. Öncelikle devlet onların hakkını aramadı, onları korumadı. Dahası işyerini açık tutsalar bile işveren kazanırken onlar kaybetti. Kaybettikleri tek şey onurlu bir yaşama yetecek kadar ücret değildi; hayatlarını kaybettiler. Uyumlu ve isyanı olmayan bir işçi sınıfı istediler, olmayınca “gaz”ladılar.

Türkiye ekonomisi tedrici ölüm sürecinde
Flormar, Cargill, Anı Tur ve diğer işyerlerindeki işçilerin sorunu ne gerçekten? Ne istiyorlar? Sorun aslında sadece işçi sınıfı ile ilgili değil. AKP hükümetlerinin iki “lale devri” var; birincisi 2002 ile 2007 arasındadır. İkincisi ise 2010 ile 2013 arasında gerçekleşmiş gibi görünmektedir. İlki daha parlaktır, küresel likidite bolluğunda bir dalgaya bindiler, sonra dalga durur gibi oldu; indiler. Sonra daha düşük bir dalgaya daha bindiler; dalga durdu, düşüp çakıldılar. Her iki dönemde de hem borçlanmaya hem de sermaye girişlerine bağlı suni bir genişleme ve büyüme yaşattılar. Ancak büyüttükçe ve genişlettikçe sorunları derinleştirdiler. 2013 sonrasında ise makyajlı büyüme rakamlarına rağmen bir süreliğine derinlere itilen sorunlar giderek açığa çıkmaya başladı. 2017 sonu ile 2018 başından itibaren ise artık ayyuka çıktılar. Türkiye ekonomisi domuz bağı ile bağlanmış durumdadır. Domuz bağını bilen bilir, ani değil tedrici ölümdür. Eller, ayaklar ve baş öyle bir bağlanır ki kurtulmak istedikçe ölüme daha da yaklaşılır. İşkencenin en vahşi ve en insanlık dışı yöntemidir. Türkiye ekonomisi domuz bağı ile bağlanmıştır, çırpındıkça kaçınılmaz sona doğru gitmektedir.

Fakat Bakan Albayrak farkında değil gibi görünmektedir. Yine “yepyeni”, yeninin de yenisi bir ekonomik program açıkladı. Hatta bu açıklanan Ağustos başında açıklanandan bile yeniydi. Gerçi bazı münafıklar “yahu neresi yeni, mutat orta vadeli program ne zaman yeni ekonomik model oldu” diye karşı çıkacak oldu ancak nafile… Bakan yine geçmişten dem vurarak AKP hükümetlerinin olağanüstü ekonomik başarılarından, yüksek büyüme oranlarında, kırılan ihracat rekorlarından ve hatta yaratılan 7 milyonluk istihdamdan bahsetti. Bu arada biri bakana iletse iyi olacak, geçmişe yönelik büyük bir özlem geleceğe yönelik derin karamsarlığın yoldaşıdır. Sonra da önümüzdeki üç yılın beklentilerine geldi. 2018’de büyüme beklentisi % 3,8, 2019’da % 2,3 ve 2020’de ise % 3,5; enflasyon beklentisi ise bu yılsonu % 20, 2019’da % 15 ve 2020’de ise % 9,8. İşsizlik beklentisi de 2018 için % 11,3, 2019’da % 12,3 ve 2020’de % 11,9. Başka bir yerde sorduk bir daha soralım; bu beklentileri hangi araçlarla gerçekleştireceksiniz? Ya da bu beklentileri nasıl hesapladınız? “Dengeleme, disiplin ve değişim” süslü ve sevimli kavramlar ancak altları hala boş, hatta bomboş. Üstelik süslü başlıklar altında açıklanan beklentiler bile karamsar bir orta vadeden başka bir şey vaat etmiyor; düşen büyüme, yüksek enflasyon ve yüksek işsizlik. Bu üçünün bileşimine iktisatçı jargonuyla stagflasyona giriş diyoruz. Bakan süslü kavramlarla, boş sloganlarla ve ciddiyetten uzak tarzıyla stagflasyona giriyoruz demiştir aslında. Aşağıda vurgulanacak ancak baştan söyleyelim domuz bağıyla bağlanmış ve her çırpınışında sona biraz daha yaklaşan ekonomi beklentileri bile tutturamayacak gibi görünmektedir.

Stagflasyon 1970’lerde pek çok kapitalist ekonominin içine düştüğü durumu anlatmak için kullanılan bir kavramdır.

Özetle yükselen işsizlik ve yüksek enflasyonun aynı anda ortaya çıkmasını anlatmaktadır. Ne yazık ki iktisat kuramı ve iktisatçıların ürettiği politika almaşıklarının çözemediği bir sorundur; daha başka bir ifadeyle beladır. 1970’lerde kapitalist ekonomiler, Türkiye’de dahil ciddi anlamda dışsal ve içsel şoku bir arada yaşadı, hem yüksek ücretler hem de yükselen girdi maliyetleri, ve Türkiye gibi ülkelerin ciddi dış kaynak darlığına düşmeleri üretim düşerken fiyatları yükselten acayip bir fenomen doğurdu. İşsizlik, fiyatlar ve mal kıtlıkları aynı anda baş gösterdi. Bilindik iktisat politikaları çözüm olamadı; pek çok yerde Gordiyon düğümü şiddetle çözüldü. 12 Eylül faşizmi ve benzerleri kapitalist dünyanın pek çok yerinde sermaye lehine bir vahşi bir çözüm için harekete geçti. Stagflasyon iktisaden çözülebilecek bir sorun değildir. Yeni bir stagflasyonun eşiğindeyiz.

turkiye-ekonomisinin-agir-olumu-tahtakurulari-ve-isciler-domuz-bagi-512998-1.

İktidarın çıkmaz sokağı
Kur şoku, finansal bir şoku tetikledi ve şimdi de onların fitilini çaktıkları bir arz şokuna doğru gidiyoruz. Ulusal paranın değer kaybı hem ithal girdi maliyetini yükseltmekte hem de yüklü dış borca sahip kapitalist firmaları ve portföylerinde ucuz para döneminden kalma yabancı para cinsinden yükümlülükleri bulunan bankaları çöküşe doğru itmekte. Bu ortamda özellikle ayakta kalamayacak olanlar iflasa sürüklenirken geride muazzam bir işsiz ordusu bırakacaklardır. Ayakta kalabilenler ise ithal girdi fiyatlarındaki artışı ve borçluluktan doğan yükümlülükleri fiyatlara yansıtacaklardır (bu arada ayakta kalacakların bir bölümü yabancı sermaye tarafından ele geçirilecektir). Böylece fiyatlar daha hızlı artacaktır (zaten artmıyorlar mı?). Bunun stagflasyon olduğu açıktır. Daha teknik bir dille anlatırsak; üretim düşüşü yüksek işsizliğe, yüksek işsizlik talebin daha da kısılmasına, talebin daha da kısılması daha da düşük üretim seviyesine yol açacaktır. Böylece ne tavuğu ne de yumurtayı teşhis edebileceğimiz bir ortama sürükleneceğiz. Bu sarmaldan iktisadi bir çıkış olmayacaktır.

Sermaye yanlısı olası çıkış yollarının her biri cul de sac’tır, yani çıkmaz sokaktır. Eğer kur şokunu göğüsleme ve sermaye girişlerini kolaylaştırma gereklilikleri olmasaydı Erdoğan’ın ısrarla istediği faiz indirimi kredi kanallarını ve yıllardır sürdürülen borçlanma kanallarını açık tutarak hem firmaları biraz rahatlatabilirdi hem de talep düşüşünü engelleyebilirdi. Çaresiz faizi arttırmaya devam edeceklerdir. İkinci olarak içerde satamadıklarını dışarıda satmayı hedefleyebilirlerdi ve aslında 12 Eylül faşizmiyle birlikte deneneni bir daha deneyerek ihracat artışı ile üretim düşüşünü engelleyebilirlerdi. Engelleyebilirlerdi; eğer Türkiye’nin ihracat yönelimli sektörlerinin ithalat bağımlılığı çok düşük olsa idi; eğer ihracat kompozisyonu yüksek katma değerli metaların çoğunlukta olduğu bir yapı arz etseydi ve eğer kurdaki düşüş gerçekten ihracatı olağanüstü düzeylerde arttırma yetisinde olsaydı. Bu şartların hiçbiri domuz bağıyla bağlanmış kurbanımız için geçerli değildir. Diğer bir olası çıkış giderek azalmakta olan (ve hatta negatife dönme, yani çıkış/kaçış sinyalleri veren) net sermaye girişlerini eski güzel günlerdeki seviyelerine çekebilecek olası bir kaynak bulunmasıdır. Ancak bu yol da kapalı gibi görünmektedir. Dolayısıyla sermaye yanlısı bu olası çözümler domuz bağını daha da sıkı bir hale getirecektir. Sonucu ise Feyzullah Çınar’ın bir deyişi güzelce beyan etmektedir: “Dolanı dolanı gelir ölüm yavaşça yavaşça”.

Emeğin boğazı sıkılacak
Geriye sermayenin sürekli başvurduğu biricik yol kalmaktadır. Arz şokunu hafifletmek için yapılabilecek olan bellidir; maliyetleri kısmak. Kapitalist üretimin maliyetleri ara malı ve girdi maliyetleri ve işgücü maliyetlerinden oluşmaktadır kabaca. Bir de devlete ödenen vergiler vardır ancak memleketimizde o teşvik, bu indirim, şu af, yetmez ise al vergi iadesi derken zaten sermaye vergi ödemez hale gelmiştir. Onu geçelim. Ara malı ve girdi maliyetleri toplamı ise hem kurdaki artış hem de ara malı ve girdi sağlayan diğer firmaların yaşadığı ve yaşayacağı zorluklardan dolayı düşürülmesi imkansız bir yekunu oluşturmaktadır. Geriye ne kaldı? Kapitalizmin muhasebatı oldukça basittir. Geriye ne kaldı? Çaresiz dönüp dolaşıp işçilerin ekmek parasına ve onlar için yapılan harcamalara yüklendiler ve yüklenecekler. Sadece ücret üzerinde baskı yemez, onlar için yapılan her türden harcama da kısıldı ve kısılacak. Efendim misal, işçi barakalarında tahtakuruları için ilaçlama yapılmayacak; işçilerin hepsini yağmurdan çamurdan kurtaracak ve çabucak işyerine ulaştıracak sayıda servis kiralanmayacak (servis sayısı, işçileri beklemekten kurtaracak kadar yüksek olmasa bile gözaltına alınanların hepsini birden taşıyacak kadar yüksek imiş), sepet vincin en ucuzu ve en güvensizi çalıştırılacak, güvenlik halatı ve baret verilmeyecek, damdan düşene, göçük altında kalana, kolu bacağı kopana en ucuz sağlık hizmeti verilecek, sonrada önüne üç beş kuruş atılacak ve böylece sorun yüklü bir tazminat yerine en düşük mesarifle çözülecek. Ancak belirtilmeli bu yol da çıkmaz sokaktır. Emek gelirlerine ve emek için yapılan harcamalara bu kadar yüklenirseniz yüksek enflasyon ve yüksek işsizlik dolayısıyla düşen talebi daha da düşürüşünüz. Böylece durgunluk kalıcılaşır.

Bir intermezzo verelim. Üyelerinin büyük bir çoğunluğu işçi ya da köylü olan bir aileden geliyorum. Bir yakınım, ki kendisi yıllarca ucuz emek sömürüsüyle semirmiş bir Anadolu Kaplanında tekstil işçisi olarak çalıştı, ikiz çocukların babasıdır.

Tekstil işçisiydi, asgari ücretin üstünde ücreti hiç görmedi; asgari ücreti bile gördü mü emin değilim. İki briket ile yapılmış bir gecekondu sahibiydi. Yetiremiyordu, yetmiyordu. İkiz çocuklar 12-13 yaşlarına gelince okuldan alındılar.

Okuyamadılar veya okumadılar değil; okutulamadılar. Hemen bir deri atölyesinde işçi oldular. Çocuk olmayı, gülmeyi ve oynamayı bir anda bıraktılar. Üstünden çok geçmeden her ikisinde de herhangi bir ağrı kesicinin gideremediği baş ağrıları ortaya çıktı. Devlet tabibi baş ağrısının sürekli kimyasal kokusuna maruz kalmaktan olabileceğini söyledi. Deri atölyesinde boya ve tabaklama için bolca kimyasal kullanılmaktaydı. Çalışanların çoğu çocuktu ve çalışanlar içinde yaygın bir sorundu. Çalışırken maske kullanmıyorlardı galiba. Çocuk olmak, oynamak ve gülmek artık çok uzaktaydı. 12-13 yaşlarındaydılar. Ancak 40'lı veya 50'li yaşlardakilerin migren ağrısı gibi ağrı çekiyorlardı. Sabahın 6’sında kalkıyor, tıklım tıklım bir işyeri servisine doluşuyor ve akşamın geç vaktine kadar çalışıyorlardı. 12-13 yaşındaydılar ancak çocukluklarına el konulmuştu. Sermaye mi; vicdansızıdır. Sosyalizm ise en çok çocuklara lazımdır.

Stagflasyona ve derin durgunluğa giriyoruz. Daha önce de girdik, her seferinde çıkış ekonomi dışı yollarla sağlandı. Çünkü stagflasyon basit bir ekonomik sorunun ötesinde yoğunlaşmış emek-sermaye çatışmasıdır. 1970’lerde girdik; sonuç 1980 askeri darbesi oldu. 1990’larda girdik; netice AKP dönemi oldu. Kabaca bir dönemselleştirme yapmak durumundayız. 1990’lar sermaye ve uygulanan sermaye yanlısı ekonomik program açısından kaotik ve başarısızlıklarla dolu bir on yıldır. Emek cephesi için ise direnişle berkitilmiş mevzilerin on yılı oldu. Özelleştirme karşıtı mücadelenin başarısı, memur ve işçi sendikacılığındaki atılımlar, sosyalist partilerin doğumu, grevler ve daha başka pek çok unsur 1990’ları özgün bir 10 yıl haline getirmiştir. 1990'lar geç kalmış 1970'lerdir; 2000'ler ise 1980'lerin devamıdır. Ancak 2000’ler şimdi bitmektedir. Tahtakurularını aklayanlara, biber gazı salık verenlere ve “bu da nereden çıktı şimdi”cilere inat işçi sınıfı büyümek ve yürümek zorundadır.