İstatistikler, Türkiye’nin 1 dolara sattığı bir üründen Japonya’nın 2.81, Almanya’nın 2.69 dolar kazandığını gösteriyor. Aydınlanmayı küçümseyen bir zihniyetle, ‘yenilikçilik, yaratıcılık’ gelişmeyeceğini bilmek gerekiyor

Türkiye ekonomisinin yapısal bozuklukları

Türkiye ekonomisinin yapısal sorunları deyince faturayı kapitalizme yıkmak aslında yanlış olmaz. Çünkü kapitalizm gerçekten krizlere davetiye çıkaran, kâr ve sömürü odaklı bir sistemdir. Ne var ki kapitalizmin eleştirisine kitlenen, ayrıntıları ıskalayan bir yaklaşım bugünkü Türkiye’yi açıklamakta yetersiz kalır. Düzenli kapitalizme karşı neoliberalizm eksenli bir eleştiri de; özelleştirme, kuralsızlaştırma, liberalleşme uygulamalarını teşhir edebilmek, küresel kapitalizmin ulusal ekonomilere dayattığı acımasız kuralları yansıtmak açısından önemli ve gereklidir. Gelgelelim AKP rejiminin kollamacı, kayırmacı, liyakati kale almayan, yolsuzluk ve usulsüzlüklere batmış zihniyetini içermeyen bir analiz de sanki ekonomiyi Kemal Derviş yönetiyormuş gibi yanlış bir izlenim verir.

1 Neoliberalizmin yapıtaşlarından birisi “bağımsız Merkez Bankası” dır. Böylece ekonomi ve siyaseti ayırmak, para politikalarını halkın, sendikaların, emeklilerin “yerli yersiz” taleplerinden arındırmak amaçlanır. Bu kuralı tanımayanlar, en hafifinden zor durumda bırakılır. Tam da “malûm şahsiyetin” son bir haftada başına gelenler gibi… Uzatmadan Merkez Bankası’nın dünkü operasyonunu hatırlatalım.

Geçen haftaki yüzde 3 faiz artışının ardından, Şimşek ve Çetinkaya’nın Londra çıkarması öncesi manevra örtük bir faiz artışıdır. Sadeleştirme değildir, çünkü bu model çok kompleks bulunduğu için başta IMF çeşitli kesimlerce eleştiriliyordu. Anlaşılan, ilan etmeden faizleri biraz daha yukarı çekmek için yine de en müsait tasarım gibi göründü. Sonunda 1 haftalık repoya uygulanan “politika faizi” yüzde 8’den yüzde 16.50’ye yükseltilmiş oldu. Piyasaya yüzde 16.50’den fonlama yapılırken, koridor marifetiyle bunu yüzde 1.50 daha artırma, hatta darda kalınırsa “geç likidite penceresinden” yüzde 3 sıkılaştırmanın önü açılmış oldu. Piyasa tanrıları bir kurban daha aldı.

2 Türkiye tasarruflarının yetersizliği karşısında yabancıların tasarruflarına dayalı bir büyüme modeli izliyor. 1989’da 32 Sayılı Kararname’yle sermaye akışlarının serbest bırakılmasından bu yana, sadece banka kredilerine değil, “sıcak para” akışlarına, doğrudan yabancı sermaye yatırımlarına da davetiye çıkaran bir tasarım söz konusu. 2001 krizinden sonra, kemer sıkma önlemleriyle, özelleştirmelerle kamu açıkları daraltıldı. Yabancı kaynaklar daha çok, özel sektörün tasarruf açığını kapatmaya yöneldi. Kaba taslak 2006-2008 net doğrudan yatırımların; 2007-2010 yabancıların hisse senedi alımlarının; 2010-2014 ise gerek DİBS, gerek eurobond borç senetlerinin yoğunlaştığı dönem oldu. 2014’ten sonra da küresel konjonktürün değişmesiyle Türkiye dış açıkların finansmanında zorlanmaya başladı.

3 Giderek belli bir büyümeyi sağlamak için daha fazla cari açık vermek gerekiyor. Örneğin, 2014-2016 aralığında ortalama yüzde 4.8 büyüme, ancak 109 milyar dolarlık cari açıkla sağlanabildi. Sürekli yüksek teknolojili, yüksek katma değerli ihracattan söz ediliyor. İstatistikler Türkiye’nin 1 dolara sattığı bir üründen Japonya’nın 2.81, Almanya’nın 2.69 dolar kazandığını gösteriyor. İhracatta yüksek teknolojili malların payı yüzde 3-3.5 eşiğini aşamıyor. Önemli bir sorun da, Türkiye’nin sanayileşme hedefini terk etmesi, sanayinin payının yüzde 20’lerden yüzde 16’ya kadar gerilemesi. Hepsinden ötesi, liyakati ayaklar altına alan; Aydınlanma’yı küçümseyen bir zihniyetle, “yenilikçilik, yaratıcılık” gelişmeyeceğini bilmek gerekiyor.

4 İnşaat sektörünün GSMH’deki payı yüzde 7.5. 2017’deki büyüme hızı ise yüzde 8.9’la ortalamanın çok üzerinde. Sektörün ileri-geri bağlantılarını göz önüne alırsak; öncesinde demir-çimento, sonrasında mobilya, beyaz eşya talebini tetikleyişini hesaba katarsak sektördeki yavaşlamanın tüm ekonomiyi nasıl etkileyeceğini öngörebiliriz. Son istatistikler, başta İstanbul-Ankara konut fiyatlarının gerilediğini, ağırlıklı ipotekli satışlar olmak üzere satışların düştüğünü gösteriyor. 2017 yılındaki, 10.8 milyar dolarlık doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının 4.6 milyar doları, yani yüzde 43 yabancıların konut alımından kaynaklanıyordu. Özetle beton ağırlıklı bir büyüme stratejisinin artık sonuna gelindiği görülüyor.

5 Türkiye’de işsizlik 2017’de %10.9’la çift haneli oranların altına inemedi. AKP’li yıllarda 2012’deki %8.4 istisnası bir yana, yüzde 9’un altı görülemedi. İşgücüne katılma oranı biraz yükselse de, çalışabilecek yaştaki her 100 kişiden ancak 47’sinin üretim sürecinde yer bulabildiği görülüyor. Çalışacak nüfusunun yarısına bile iş yaratamayan başarılı bir kalkınma örneği ise bulunmuyor. İşgücüne katılma oranları çok daha yüksek ABD ve Çin’de işsizlik yüzde 3.9 düzeyindeyken, istihdam özürlü Avro Bölgesi’nde bile yüzde 8.5’e inmiş durumda.

6 AKP hükümetlerinin, uluslararası sermayeye karşı tek tutamak noktası “mali disiplin”di. 2001 krizindeki ünlü yüzde 6.5 faiz dışı fazla verme hedefiyle sembolize edilen kemer sıkma döneminde, kamu çalışanları, emekliler gelirlerinin enflasyonun altında kalmaması vaadiyle avutuldular. Büyüme dönemlerinde “refah payından” yararlanamadılar, ancak böylelikle bütçe açıkları sınırlandırılabildi. Vergi gelirleri de büyük ölçüde mal ve hizmet üzerinden alınan vergilere, dolayısıyla sade yurttaşın sırtına yıkıldı. Şimdi bu yolun sonuna da gelindi. 2018 Bütçe açığı IMF raporunda yüzde 1.9 öngörülüyordu. Emeklilere bayramlarda 1000TL’lik ödeme bile bu açığı yüzde 0.7 tırmandırma potansiyeli taşıyor. Elbette sosyal nitelikli bu uygulamaya bir itirazımız olmaz. Ne var ki kamunun KGF’den bankalara verdiği garantiler; kamuoyunda en bilinen örnekleri Avrasya Tüneli, Osmangazi Köprü geçişlerinin dolar cinsinden gelir garantisi vermesi olan YİD sözleşmeleri; reeskont kredisi dolar kurunun 4.20 TL’ye sabitlenmesi gibi “durumsal yükümlülükler” önümüzdeki aylarda bütçe dengelerini iyice bozacak gibi görünüyor.

7 Tarım sektöründeki gerileme son dönemlerde kamuoyunun gündeminde yoğun yer alıyor. Tarım konusu hem tarım üreticilerinin emeklerinin karşılığını alamamaları, hem de kentlerdeki yurttaşların ucuz ve sağlıklı gıda temin edememeleri nedeniyle önemlidir. Daha 2009’da GSMH’da tarımın payı inşaatın yüzde 150’si iken, bugün yüzde 82’sine düşmüştür. Bu 10 yıllık gerileme bile çok çarpıcıdır. 2017’de tarım ürünleri ithalatı 5.2 milyar dolara sıçrarken, ülkenin giderek net tarım ithalatçısı konumuna sürüklendiği, ihracatla ithalat arasındaki makasın kapandığı görülüyor.

8 Türkiye’nin OECD ülkeleri arasında Meksika’nın ardından en bozuk gelir ve servet dağılımına sahip ülke olduğu biliniyor. 2002 yılında yani AKP iktidara gelirken toplumun yüzde 1’i servetin yüzde 38’ine sahipken, bugün yüzde 58’ini elinde tutuyor. Ülkedeki gelir ve servet adaletsizliği kendini en belirgin bankada mevduatı bulunan milyoner sayısında gösteriyor. Nisan 2018’de hesabında 1 milyonun üzerinde para bulunan mudi sayısı 141 bini aşmıştı. Bu kesim 943 milyar TL ile toplam mevduatların tam yarısını elinde bulunduruyor.

9 Türkiye’de borçluluk da ağırlaşan bir sorun olarak kendini hissettiriyor. Finansallaşma, “emekçiler kazandığını yer” anlayışını ortadan kaldırdı. Şimdi sade yurttaş da, kredi kartı, ihtiyaç kredisi, konut ve taşıt kredileriyle giderek borç batağına saplanıyor. Türkiye’de bugün 30 milyonu aşkın kişi bankalara borçlu. 2017 Eylül itibariyle hane halkının toplam borçları 542 milyar TL civarında bulunuyordu. Tüketici kredilerine yönelik sınırlamaların Eylül 2016’da gevşetilmesiyle, özellikle dar gelirlilerin kullandığı ihtiyaç kredilerinin artışı önemli bir sorun alanı olarak görünüyor. İhtiyaç kredilerinin en son faiz oranı yüzde 20.2 iken, ticari kredilerin yüzde 17.5’ti. Aradaki makas, sınıfsal boyutu da bulunan önemli bir adaletsizlik göstergesi olarak dikkat çekiyor.

10 Kanun hakimiyetinin, hukukun üstünlüğünün, sermaye açısından mülkiyet güvencesinin ortadan kalkması, ekonomide yukarıda tartıştığımız tüm olgulardan daha da önemli bir yapısal sorundur. Mülkiyet güvencesinin mutlak bir savunucusu değiliz. Ne var ki, Doğan Medya Grubu’na el değiştirilmesi tarzı dayatmaların karşısında yer almak sorumluluğu hissederiz. Vergilendirme, kamulaştırma benzeri uygulamaların da açık, şeffaf olmasını, siyası cezalandırma niteliği taşımaması gerektiğini savunuruz. Ekonomi bürokrasisinde “liyakat” kriterlerinin yerini cemaat, tarikat, Saray’a yakınlık ölçülerinin alması çok sakıncalıdır. Merkez Bankası, Hazine benzeri köklü kuruluşlarda da kurumsal yapılar çöktüğü, giderek parti devletinin egemenliğine girdiği gözleniyor.

Yarın: Nasıl bir süreç yaşanacak?