Daha ilk günlerde ve Fransa hükümeti bile böyle demezken, “Reis” Sarı Yelekliler’e “terörist” damgasını vurmuştu. Tabii sonrasında eylemcilere karşı kullanılan şiddetin Avrupa’nın demokrasi maskesini düşürdüğünü söylemeyi ve dünya medyasına “olayları niye görmüyorsunuz” diye seslenmeyi de ihmal etmedi. Demek ki aynı anda eylemciler “terörist”, Fransa hükümeti “otoriter”, dünya medyası da “ikiyüzlü” olabiliyordu. Bir de “Bizim polisimiz insaflı be!” durumu vardı tabii.

Havuz medyasında da durum benzerdi. Sarı Yelekliler’i sokağa Fransa’nın Avrupa Ordusu kurmasını istemeyenler salmıştı, eylemcilerin arkasında aynı anda Trump, Putin, Soros, yani topyekûn “dış güçler” vardı. Meczuplardan birine göre Türkiye’de de sarı yelek satışları başlamıştı ve bu yelekleri alanlar teröristti, başka birine göre Sarı Yelekliler üzerinden ikinci bir Gezi kalkışması planlanıyordu, bir diğerine göre eylemin ön safında PKK sempatizanları bulunuyordu falan.

İktidar tam da seçimlere Gezi’yi yeniden kaşıyarak gitmenin hesaplarını yaparken, Sarı Yelekliler hadisesi imdada yetişti. Fransa’da yaşananlar hem iktidarın Gezi’de yaptıklarını aklamak hem de Sarı Yelekliler benzeri bir toplumsal kalkışmanın Türkiye’de de yaşanma ihtimaline karşı ön almak için kullanıldı, bir süre daha da kullanılacak.

“Türkiye, Fransa olur mu” bilemeyiz. İktisadi krizlerin toplumsal hoşnutsuzlukları artırdığı bilinmekle birlikte, bunun sokağa ne derece yansıyacağını her ülkenin o anki verili koşulları belirler. Öte yandan böylesi bir ihtimalin hiç olmadığını söylemek de yanlış olur; iktidarın çevrelerinin Fransa’da yaşananlara verdiği tepki böyle bir ihtimali bütünüyle dışlamadıklarını gösteriyor çünkü.

Peki neden? İktidarı iktidar yapan asıl paradigmanın, yani ekonominin ucuz para girişiyle çevrilebilmesinin ve borçlanarak tüketmenin sonuna geliniyor da ondan. Bunun gerisinde ise ülkeye giren paranın azalması ve döviz kurundaki artışla birlikte faizlerin mecburen yükseltilmesi bulunuyor. Faizlerin yükselmesi ise ekonomin küçülmesi, çarkların durması demek.

Pazartesi açıklanan verilere göre Türkiye ekonomisi 2018’in üçüncü çeyreği itibariyle yüzde 1.1 oranında küçüldü ve bu küçülme hem yılın son çeyreğinde hem de 2019’un en az ilk iki çeyreği boyunca devam edecek.

Verilere bakıldığında sanayinin yüzde 0.3, tarımın ise yüzde 1 büyüdüğünü, yani ekonominin durma noktasına geldiğini görebiliyoruz. Asıl çarpıcı veri ise ekonominin merkezine yerleştirilen inşaat sektörüyle ilgili. Geçen yıl aynı dönemde yüzde 18.8 büyüyen inşaat sektörü bu sene yüzde 5.3 küçülmüş durumda.

İşgücü ödemeleri 2017’nin başında yüzde 39’ken 2018’ün üçüncü çeyreğinde 31.6’ya düştü, net işletme artığı ise aynı dönemde yüzde 42.7’den yüzde 51.8’e yükseldi. Yani emek ve sermaye arasındaki uçurum arttı, yoksullar daha da yoksullaşırken zenginler daha da zenginleşti.

İŞKUR verilerine göre ise son dört ayda işsizlik sigortası başvuruları yüzde 95 arttı ve 106 binden 207 bine çıktı. Bu da işsizliğin hızla artacağı bir döneme girmiş olduğumuzu, çoğalacak iflaslarla ve küçülme politikalarıyla birlikte işten çıkarmaların daha da artacağını gösteriyor.

Dolayısıyla, ucuz para girişine, beton ekonomisiyle büyümeye ve borçlanarak tüketmeye dayalı model iflas etti, bu iflasın faturası da çalışanlara, yoksullara kesildi. Tam da bu nedenle iktidar çevrelerinde şimdilerde “Türkiye, Fransa olur mu” sorusu kaçınılmaz olarak soruluyor.

Aynı soruyu solun da sorması, krizin yaratacağı toplumsal hoşnutsuzluğu politize etmenin yol ve yordamını bulması gerekiyor.