Kurak Günler üzerine birçok yazı yazıldı, ancak film çoğu kez taşra hikâyesi üzerinden tartışıldı. Oysa bu bir taşra hikayesi değil, Türkiye gerçekliğini taşra örneği üzerinden mikro ölçekte tartışmaya açıp birçok sorunu yüzeye çıkaran bir film.

Türkiye gerçeğinin mikro ölçekte bir betimi: Kurak Günler

Emine Uçar İlbuğa

59. Altın Portakal Film Festivali’nde Kurak Günler’in ilk gösterimi yapıldıktan sonra salondaki izleyiciler ayağa kalkarak yönetmeni, filmi ve film ekibini dakikalarca alkışladı. Film sonrası söyleşiye çoğu izleyici aşırı kalabalıktan dolayı katılamadı. Festival sonunda sinemacılardan izleyicilere hemen hemen filmi seyreden herkesin hemfikir olduğu gibi jüri de filmi dokuz dalda ödüllendirdi. Ancak Emin Alper 8 Aralık 2022 tarihinde sosyal medya hesabından “Kamuoyuna Duyuru” başlığı ile “filmin gösteriminden 20 ay sonra, özellikle Cannes Film Festivali’nde filmin prömiyeri sonrası başlatılan senaryoda yapılan yapısal değişikliğe ilişkin haberler ve karalama politikaları ile birlikte Kültür ve Turizm Bakanlığı, Sinema Genel Müdürlüğü’nün film için vermiş olduğu desteği faiziyle geri istediğine” yönelik duyuruyu haklı gerekçelerle eleştiren bir metin yayımladı ve filmin tüm Türkiye’de vizyona gireceği günün hemen öncesinde bakanlığın bu kararı birçok sinemacı ve sinemaseverlerin tepkisiyle karşılaştı.

Bu tepki sinemalarda filmin gösteriminin başlamasıyla birlikte “dayanışma yaşatır” sloganı ile her yaştan izleyicinin ödüllü bir sanat filmini izlemek üzere salonları doldurmasıyla sonuçlandı (9-25 Aralık tarihleri arasında 162.297 bin izleyiciye ulaştı (https://boxofficeturkiye.com/film/kurak-gunler--2015951) ve gelecek için ümidimizi güçlendirdi. Filmi bir Türkiye alegorisi olarak, Türkiye tarihinde iktidarların göz boyayıcı politikalarla kendi çıkarları için din, inanç ve milli duygular üzerinden halk üzerinde kurmuş oldukları hegemonyanın arka planını göstermesi bakımından politik bir dram olarak değerlendirmek gerekiyor. Filmi izledikten sonra bir arkadaşımızın “İnsan alışık olduğu, yaşadığı olayları filmsel bir dille yeniden izlediğinde kendisini garip hissediyor” sözü uzun yıllardır ülkemizde insan hakları ve hukuk alanında yaşanılan hak ihlalleri sorununa, kendinden olmayanın linç edilmesine karşı çoğu zaman insanların küçük çıkarları ve rahatları için “görmedim, duymadım, söylemedim” anlayışı ile nasıl suskunluğa büründüklerine işaret ederken, filmde siyasetin kirli yüzü, ahlak ve inanç gibi temel kavramların nasıl içinin boşaltıldığı metaforik göndermelerle ortaya konuluyor. Yönetmen Emin Alper, Milliyet Sanat (Kasım 2022) dergisinde Müjde Işıl ile yaptığı söyleşide tam da bu konuya dikkat çekiyor ve “Bu filmde memlekette yaşadığımız hislerin peşine düştüm” diyor, yani hepimizin yaşadığı, hissettiği her şeyi “gerçeğin ortaya çıkana kadar, yalanın dünyayı kat ettiği” günümüz dünyasını eleştirel bir dille anlamaya, sorgulamaya ilişkin bir ayna tutuyor.

Kurak Günler filmi üzerine birçok farklı mecralarda değerlendirme yazıları yer aldı, ancak film daha çok bir taşra hikâyesi üzerinden tartışıldı. Oysa bu bir taşra hikayesi değil, Türkiye gerçekliğinin taşra örneği üzerinden mikro ölçekte tartışmaya açıldığı, günümüz dünyasının kaotik diliyle iktidar, ekoloji, ikiyüzlülük, LGBT+ gibi çok fazla sorunu yüzeye çıkarmayı, gerçek ve rüya arasında gidip gelen bellek kırıntılarıyla hem ana karakterin hem de izleyicinin hikayenin bütününe ulaşmasını sağlayan, düşünen ve düşündüren bir film. Susuzluk sorunu çeken ve oluşan obruklar nedeniyle evleri, tarlaları ziyan olan kasaba halkı kısa vadeli çıkarları için iktidarın göz boyayıcı politikalarına ses çıkarmazken, kasabanın önde gelen erkekleri arabaların üzerinde ve sokaklarda ellerinde silah, histerik çığlıklarla yaralı bir domuzu kovalarken yolda bıraktıkları kan izlerini takip ederek kasabaya giriş yapan genç savcı ya kendisinden önceki meslektaşı gibi mücadele edemeden geri gidecek ya diğer hâkim, hekim, gazeteci gibi sessiz kalmayı tercih edecek ya da kasabada uzun yıllardır kendi çıkarları için iktidarı elinde tutan belediye başkanı ve onun çevresiyle tek başına mücadele edecek.

Sanatın, sanatçının üzerinde baskı ve yıldırma politikaları: Sansürün bin bir yüzü

Kültür ve Turizm Bakanlığı 1930’lu yıllardan 1980’li yıllara kadar sinemada devlet eliyle uygulanan kurumsallaşmış sansürün arşivini açarak Ankara Üniversite İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. S. Ruken Öztürk ve Munzur Üniversitesi, İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ali Karadoğan’ın hazırladığı üç ciltlik “Sansür Karar Defterleri Üzerine Bir İnceleme Türkiye’de Sinema Sansürünün Tarihi 1932 – 1988” kitabını yayımlarken, öte yandan farklı yöntemlerle bu sansürün devamlılığının sağlanması iktidarın kendinden önceki sansürü görünür kılarken kendi dönemindeki sansürü devamlı kılması büyük bir çelişkidir. Sansürün bir başka boyutu da bu yıl 10. Boğaziçi Film Festivali’nde yaşandı. Karanlık Gece filmiyle En İyi Yönetmen Ödülü’nün sahibi olan Özcan Alper, ödül töreninde yaptığı konuşma nedeniyle tam da filminde sorunsallaştırdığı linçe maruz kaldı ve sadece iktidara yakın medyada değil aynı zamanda festival yönetimi tarafından basına açıklama yapılarak Özcan Alper’in konuşması eleştirildi. Belki de sinema tarihinde ender rastlanan bu durum karşısında Alper “ödül alan bir yönetmenin yapmış olduğu bir konuşmaya tahammülsüzlüğün, ülkedeki siyasal atmosferin ne kadar sertleştiğinin de bir kanıtı olduğunu” (Işıl Çalışkan ile söyleşi, 28.11.2022, BirGün) söylerken bu yıl Türkiye’deki festivallerden en fazla ödül alan Karanlık Gece ve Kurak Günler filmlerinde iktidar, ötekileştirme, kendinden olmayana yaşam hakkı tanımama, linç gibi temaların ülkenin içinde bulunduğu koşullarla nasıl örtüştüğünü gösteriyor. Bu bakımdan yönetmen Özcan Alper’in En İyi Yönetmen Ödülü’nü geri vermesi ve festivalin almış olduğu politik tutum Türkiye’de otosansür dışında devlet eliyle sansürün de devam ettiğinin bir göstergesi. Bununla birlikte iktidarlar varlıklarını sürdürmek için sansür, yasak, denetleme adı her ne olursa olsun uyguladıkları baskılarla sanatın ve sanatçıların önünde türlü engeller çıkarsalar da hiçbir zaman sanatçıların sesini kısmayı başaramamışlardır. Sanatçılar her daim metafor, simge, ima, alt metinlerle o baskıyı kırmayı ve halka ulaşmayı, sanat tarihindeki yerini almayı başarıyorlar.

Sonuç olarak sinemanın felsefi anlamda ilk temsili Platon’un Devlet adlı kitabında tasvir ettiği mağara alegorisidir. Ki Platon’un mağarasında söz ettiği imgeler sınırlı da olsa gerçekliğin birer yansımasıdırlar. Platon’un mağara alegorisinde tutsak insanların yaşadıkları mağarada gerçekliğin kısmi bir yansıması olan imgeler dünyasından, dış dünyaya, asıl gerçekliğe çıkmaları önerilir. Sinemanın imgeleri ise hayalidir. Sinemasal imgeler, yorumlanmış, biçimlendirilmiş ve gerçekliğe benzer kırıntıları içeren fantezi özellikler taşır. Fransız filozof Alain Badiou, sinema ve felsefe üzerine yaptığı bir konuşmada sinemayı “özenle hazırlanmış imgeler gösterisinin modern mağaraları” olarak tanımlar ve “özenle hazırlanmış o simgeler, imgeler dünyasının felsefe için yeni bir mağara alegorisi” olduğuna dikkat çeker. Çünkü ona göre “sinemaya gitmek demokratik ve diyalektik sürece katılmak anlamına gelir ve bugünün hız ve kaos dünyasında ancak mağaranın (sinema) içine girerek, sinemanın büyülü imgeleri aracılığı ile anlamı yakalamak ve gerçekliğe oryantasyon mümkündür.” Bizler de Emin Alper’in tam da içinde yaşadığımız kurak günleri imgeler aracılığı ile derinlikli ve düşündürücü bir üslupla tasvir eden filmini izleyerek her gün “bu kadar da olmaz” dediğimiz ve giderek yabancılaştığımız absürtleşen gerçekliğimizle sinema salonlarında yüzleşmek, tartışmaya girmek ve Alain Badiou’nun söylediği gibi bu karmaşık dünyada gerçeği görebilmek adına Platon’un aksine mağaralara (sinema salonlarına) girerek sinemasal imgeler üzerinden bu dünyayı anlamaya çalışmalıyız.