Çocukluğu görünmez adam gibi geçmiş ebeveynler kendi çocukluklarını yatıştırmak için çocuklarını afişe ediyorlar. Keşke bir rahat bıraksalar, sadece anlayıp sarmalasalar ve sussalar. Tüm ülkelerin kıskandığı Türkiye gibi tüm ebeveynlerin imrendiği çocuklar yetiştirme gayesinden azad olsalar.

Türkiye gibi bir şey bu çocukluk, hiçbir yere gitmiyor

NESLİ ZAĞLI

Türkiye son döneminde bir psikiyatrist tarafından yazılan kitaplardan uyarlanan dizilere merak saldı. Ben hiçbirini izlemesem de bazı anekdotları çevremden duyuyorum. Bir dizinin bir bölümünde danışan psikoterapiste haykırıyor: Bırak artık çocukluğumu, ona yapılacak bir şey yok; benim bu günümü kurtar. Bu aslında danışanlardan ve hastalardan sıklıkla duyduğumuz bir şey. Çocukluğa inmek herkes için panayıra çıkmak gibi bir şey değil. Bazı kişilerin hayatları için çocukluk yoksunluğun, yoksulluğun, ihmalin ve istismarın bozkırı. Oraya dönüp bakmak kolay değil, hele ki belleğin yüzeye çıkmasına izin verdiği kadarı bile paramparça ederken. Ama ister kurcalayın, ister kendi haline bırakın çocukluk bir gölge gibi ardımızdan gelecektir. Tıpkı Türkiye gibi çocukluklarımız da, biz kendi kişisel alanımızda ne yaşarsak yaşayalım, arkada ışığı kırıp görüntüyü bulanıklaştıran bir fon olacaktır.

Türkiye’nin 80 öncesi ve sonrası dönemleri çocukluğumuz için farklı zeminler oluşturdu. Bizim gibi 80’lerin başında çocuk olanlar daha iyi hatırlar; bizim çocukluklarımız aile hayatının kıyısında usul usul büyüyerek geçti. Daha o zamanlar Özal’ın orta direği meydana tam dikilmemişti. İşçi, memur, esnaf aileleri arasında bugünkü kadar uçurum dozunda farklar yoktu. Geniş aile veya çekirdek ailenin derdi mevcut düzeni sürdürmekti. Geleceğe dair güvensizliğin bugünkü boyutlarda olmadığını tahmin ediyorum. Belki bu yüzden bankerlerin fink atmaya başladığı dönemlerde bile aile hayatı henüz rekabetçi piyasa ekonomisine endekslenmemişti. Yine bu yüzden aileler henüz çocuklarının eğitimleri, meslekleri ve gelecekleri hakkında bu kadar endişeli değildi. Ev gezmeleri, pazar piknikleri, bayramlar seyranlar derken ebeveynlerimiz felaket öncesi usul bir senaryoyu yaşarken biz misafirliğe gittiğimiz evlerin minderlerinde, çay bahçelerinin sert tahtalarında, piknik yerlerindeki hamaklarda uyuduk ve büyüdük. Ama bu doğal akışın ürkütücü yanları da yok değildi. Birçoğumuz ebeveynlerin kendi hayatlarını sürdürürken arada derede büyümüş olmaktan dolayı örselendik. Biz kimdik, nasıl çocuklardık, neye ilgimiz, neye yeteneğimiz vardı çok anlamadılar. Bu elbette işin sadece ihmal kısmıydı. Bunun bedelini de yine biz yetişkinlik yaşımızda fark edilmemenin, görülmemenin derin acısını hissederek ödedik. Günü geldi biz de ana- baba olduk ve bu yoksunluğu telafi etmek üzere aile hayatının tam ortasına çocuğumuzu yerleştirerek ve hezeyanlı bir şekilde onun ülküsüne adanarak bir yapı oluşturduk. 90’lar sonu itibari ile bu her saniye görülen, yüceltilen, ayrıcalıklı hissettirilen bu milenyum çocuklarını yeni bir narsisizm çağının habercisi gibi görüyorum.

Çocukluk çağındaki ihmal çok farklı düzeylerde yaşanabilir. Çocukluğumuzda temel bakım ihtiyaçlarımızın karşılanmaması ile istediğimiz bir müzik aletini çalmaya yönlendirilmememiz aynı şey değil elbette. Ama inanın hepsi gelişmekte olan ruhsallık için bir yara. Kendi çocukken çocuk bakmak zorunda kalan, evin işini üstlenen çocuklar tanıdım. Bu insanlar bana hep incecik dallarına çığşş fidanlar gibi gelir. Çocukluk incecik bir haldir çünkü, körpe ve masum bir hal. Dıştan gelecek her türlü etkiye en açık olduğumuz ve avutulmaya en çok ihtiyaç duyduğumuz bir dönemdir. Büyüyen çocuğun sinir sistemi hayatın kalanında hiç olmadığı kadar hızlı bir şekilde filizlenir, serpilir. O yüzden çocukluğun resimleri, nesneleri, kokusu ve dokusu kopkoyu izler bırakır. Yine dönüp 40-50 seneye baktığımızda Özal sonrası ekonominin yarattığı kapitalist furyanın çocukluğumuza etkilerini görürüz. Nesneler çeşitlenmekte, alım gücü azalmakta ve çocuklar arasındaki bakım farkının arasıılmakta iken elbette ki koca bir nesil etkilendi. Daha uzun çalışma saatleri, gelir eşitsizliği, fırsatçılar, dolandırıcılar, gelecek korkuları derken ebeveynlerin enerjisi, ilgisi, eşliği azaldı. Sinirli bağırıp çağıran anneler, alkolik babalar, baskı altında kıskanç kardeşler, haset içindeki elalem derken çocukluğumuzu harcadılar.

Bizim aslında bir kardeşlik bağımız var; çoğumuz çocukluğumuzdan yaralıyız. Terapiye gelen bazı danışanlar bu yaraların çok farkındadır. Hatta alaylı bir psikolog gibi ele almaya alışmışlardır çocukluklarını. Siz daha sormadan anlatırlar; aile içi şiddeti, cinsel tacizleri, ensest ilişkileri. Artık taşıyamadıkları bir tozlu, paslı çuvalı seans odasının ortasına fırlatmak gibi algılarım ben bunu. Sonrasında adım adım tüm o çocukluk kırılmalarını konuşurken aslında anlarsın ki yaralar ne kadar yüzeyde görünse de aslında sanıldığından daha derindir. Çok daha ince bir bakım ve elbette zaman ister. Bazı kişiler için ise çocukluğun tüm anıları sorgusuz sualsiz kabullenilmiş ve hatta gömülmüştür. Bu çocuk bu kadar nerede incinmiş araştırmasına girmeden kolay kolay ulaşılmaz. Çocuklukla başa çıkabilmek için insanın kendisine ebeveylerinin sahip olmuş olması gereken bir hassasiyet ve şefkatle yaklaşması gerekir. Dillere pelesenk olan “içindeki çocuğu öldürme” vurgusu içindeki yaralı çocukla ne yapacağını bilmeyen biri için hiç de makul değil. Ama elbette güleç, gürbüz ve sağlıklı çocukluklar yaşamış olan azınlık için keyifli bir serüven olabilir. Sağlıklı bir çocukluk geçirmiş olmak neden nadir derseniz size Türkiyeli olduğumuzu hatırlatırım. Kendi fil dişi kulelerinde yaşayan üst orta sınıf için bile sosyopolitik ve kültürel bağlamın örseleyeci etkisine maruz kalmamak pek de kolay değildir. Yani çocukluğumuzu ailemiz çatırdatmasa, ilkokul öğretmenimiz, o olmasa tacizci esnafımız, ona da kalmasa lisedeki hocamız hırpalayacaktır. Hiçbir etki elbette anne, baba ve kardeşlerin etkisiyle kıyaslanmaz. Ancak ev halkının da ruhsallığımızı nasıl etkileyeceği yaşadığımız coğrafyaya bağlanacaktır.

Çocukluk böyledir işte, var olabilmek için diğerlerinin bakışlarında kendimizi bulduğumuz dev bir ayna. Bu aynada da bazen herkes devleşirken biz ufalırız. Bazen de bizim aç ama ağır cüssemizden kimse görünmez. Bazen o ayna bir yaşam olayıyla paramparça dökülür kalır. Artık o aynanın küçücük parçalarından elimizi kese kese kendimize bakmak zorundayızdır. Elbette çocukluğumuz bir kısmımız için burada anlatıldığı gibi korku filmi değil. Çocukluğun meyveleri, bilyeleri, şarkıları, silgileri, ödevleri, bahçeleri, denizleri hiç unutulmaz. Ama işte çocukluk o kadardır, hayattan koparabildiğimiz kadar. Son 40-50 yılda çocukluk da, gençlik de, yetişkinlik de zorlaştı. Az önce bahsettiğimiz milenyum çocukları biriciklikte, üstün zekalılıkta, dahilikte sınır tanımıyor olarak algılanıyor. Oysa çocukluğu görünmez adam gibi geçmiş ebeveynler kendi çocukluklarını yatıştırmak için çocuklarını afişe ediyorlar. Keşke bir rahat bıraksalar, sadece anlayıp sarmalasalar ve sussalar. Tüm ülkelerin kıskandığı Türkiye gibi tüm ebeveynlerin imrendiği çocuklar yetiştirme gayesinden azad olsalar. Çünkü çocukluk zincirsiz ve prangasız olması gerekendir. Bu saatten sonra çocukluğumuzu değiştiremesek de, o en çocuk ve kırılgan halimize şefkat duyabiliriz. Çocukluğumuz da tıpkı bu ülke gibi sırtımızdan inmeyecek ama aralarda tozlu çuvalları indirip biraz dinlenebilir ve soluklanabiliriz.