Malezya’da değişmez gibi görünen değiştiği, devrilmez zannedilen devrildiği için insanın içinden haliyle sevinmek geliyor. Ne var ki, denklemlerin göründüğünden çok daha karışık olduğunu hatırlatmak da gerekiyor

Türkiye için Arjantin ve Malezya dersleri

Son haftalarda dünya gündeminde yoğun yer tutan iki ülkeden söz edeceğiz: Arjantin ve Malezya. Çünkü her iki ülkede yaşananlar da Türkiye için önemli dersler içeriyor.

Hatırlayalım, IMF defterini 2007’de kapatan, Arjantin bir kez daha dara düştü ve Fon’dan borç istemekten başka çare bulamadı. Malezya’da da tüm yetkileri ve fonları kendi elinde toplamaya çalışan Başbakan Necip Rezak büyük bir seçim yenilgisine uğradı.

İsterseniz Arjantin’le başlayalım. Daha çok Maradona’nın, Messi’nin memleketi olarak tanıdığımız bu Latin Amerika ülkesi, 20. Yüzyıl başlarının umut coğrafyasıydı. Avrupa kökenli, göreceli eğitim düzeyi yüksek bir nüfusa sahip; doğal kaynakları zengin Arjantin’de ekonomi de hızla büyüyordu. Tarım ve hayvancılığa elverişli uçsuz bucaksız verimli topraklara sahipti. İngilizlerin inşa ettiği demiryolu ağı sayesinde, soğutma teknolojisindeki gelişmelerin de yardımıyla ihracat kapasitesini ciddi ölçüde artırmış, Avrupa’nın et ve hububat deposu haline gelmişti.

1920’lerdeki Büyük Bunalım’da tarım piyasalarının çöküşüyle Arjantin de irtifa kaybetmeye başladı. Bu dönemin ardından iktidara gelen popülizmin babası kabul edilebilecek Juan Peron döneminde ise, gelişmiş ülkelerle yarışma iddiasından geri durmak zorunda kalsa da, ithal ikameci sanayileşme yoluyla küçümsenemeyecek bir refah düzeyi yakalandı. Peronizm, otoriter eğilimleri, muhalefete yönelik yıldırma politikaları yanında; işçi sınıfıyla ittifaka önem veren, emek hakları ve sosyal devlet uygulamaları konusunda elini korkak alıştırmayan “ikili bir karaktere” sahipti.

Arjantin’de barikat günleri
Güney Amerika akbabalarına “Condor” deniliyor. Tüm Latin Amerika’da, solun yükselişi karşısında CIA tezgahlı “Condor Operasyonları” devreye sokulur. Arjantin’de de “komünizm tehlikesinin” baş göstermesi gerekçesiyle 1976’da askeri darbe gerçekleştirilir. Otoriter yönetimler altında Türkiye’yle eş zamanlı, IMF ve Dünya Bankası reçeteleri doğrultusunda “yapısal uyum programları” uygulanır.

Videla cuntasının işkence ve katliamları insanlık tarihinin utanç sayfalarına yazılır. Plaza de Mayo Anneleri da o yıllardan beri bıkmadan usanmadan Buenos Aires’te faşizmi teşhir çabalarını sürdürür. 2001 yılında hem Arjantin’de, hem de Türkiye’de ağır bir ekonomik kriz yaşanır. Arjantin’de pesoyu dolara sabitleyen “para kurulu” mekanizmasının çöküşünün ardından, sert bir devalüasyon gelir. Türkiye’de ise “para kuruluna” daha yumuşak versiyonu “döviz kuru çıpası” işlemez, bilindiği üzere devalüasyondan başka çare kalmaz ve ekonomik çöküş gerçekleşir. Her iki döviz kuru sistemini dayatan da ilginçtir ki IMF’dir.

Arjantin’de kemer sıkma politikalarına karşı halk “barikatlarda” direnir, “cacerolazo” adı verilen tencere tava çalma eylemleriyle yeri göğü çınlatır. Üç devlet başkanının ardı ardına devrilmesi süreci literatüre “Arjantinazo” etiketiyle geçer. Çare yine Peronizm’de bulunur.

Kirchnerler dönemi
2003-2015 arasında ülkeyi dönüşümlü yöneten Nestor-Cristina Kirchner çifti Peronizm’in sol kanadını temsil ediyor. Latin Amerika’da “pembe dalga” tabir edilen; güç ve mülkiyet ilişkilerine dokunmadan, geliri ve serveti halk sınıfları lehine düzenleyen akımın iyi bir temsilcisi kabul edilebilirler.

Kirchnerler döneminin bölüşüm anlayışını anlatan aşağıdaki ifade Dünya Bankası’nın sayfasından alındı:

Arjantin 2004-2008 arasında, yoksulluğu azaltmada ve refahı paylaşmada bölgenin en başarılı ülkesiydi. Ortalama gelirler yılda %7.6 artarken, en alttaki %40’ın geliri yılda %11.8 sıçrama gösteriyordu. Bu eğilim yavaşlasa da 2008’den sonra da devam etti. Ülke Genel Çocuk Ödemesi’yle 3.7 milyon çocuğa ve 18 yaşına kadarki nüfusun %9.3’ünü oluşturan gençlere yönelik sosyal programlara öncelik verdi.

Emtia fiyatlarındaki düşüşler ve New York’taki Thomas Griesa adlı yargıcın komploları sonucu ülkenin uluslararası borç piyasalarında temerrüt durumuna düşmesiyle Arjantin ekonomisi zora girer.

Sağcı Macri iktidarda
İşte bu psikolojik ortamda, 2015’te sağcı aday Mauricio Macri seçimi kazandı. Akbaba fonlara büyük tavizler vererek onlara müthiş kârlar sağladı. Hâkim Griesa, Macri’nin seçilmesinin “her şeyi değiştirdiğini” ilan ederek, tedbir kararını “şipşak” kaldırdı. Böylelikle Arjantin’in uluslararası sermaye piyasalarından borçlanmasının yolu açıldı.

Macri “zengin dostu” neoliberal politikaları sorgusuz sualsiz benimseyen, başta ABD emperyalist ülkelerle de ekonomik ittifaklar ve askeri stratejiler konusunda yakın işbirliği yapan bir figür. Turgut Özal’dan aşina olduğumuz, yanlış bir ön kabulu var: Küresel sermayeye ne kadar hayırhah davranırsan, ne ölçüde taviz verirsen, onlar da başın sıkıştığında sana vefa borçlarını ödemeyi ihmal etmezler.

Macri göreve başlar başlamaz “Lebac” denilen, peso cinsi kısa vadeli borçlanmaya hız verdi. 35 güne kadar kısa vadeli, faizleri %30’a yaklaşan bu kâğıtlar kapış kapış gitmeye başladı. Pesoya çevrilen dolarlar, büyük bir iştahla dış borcun ödenmesi için sarf edildi.

Her vade geldiğinde borçların kolaylıkla yenilenmesi, bu mutluluk tablosunun ilanihaye süreceği yanılsamasını yarattı. Ne var ki Nisan’da ABD tahvil faizlerinin yükselmesi sonucu küresel sermaye akımlarının da yön değiştirmesiyle iş zora girdi. Bir haftada 4.3 milyar dolarlık rezerv tüketilmesi, faizlerin %40’a çekilmesi de kanamayı durduramadı; peso değer yitirmeye devam etti.

Dejavu psikolojisi
Macri soluğu daha Aralık 2017’de 4. Gözden Geçirme kapsamında Arjantin ekonomisine geçer not veren IMF kapısında aldı. Büyük ihtimalle yine halka büyük yokluklar getirecek bir kemer sıkma programı izlenecek. Sade yurttaş “ben bunları yaşamamış mıydım?” sorusuyla bir “Deja Vu” psikolojisi yaşayacak.

İsterseniz, “Niye Türkiye’yi Arjantin’le bir tutuyorsun?” diyeceklere bazı rakamları hatırlatalım. Bir kere Arjantin’in dış borçlarının 2018’de 253 milyar dolarla GSMH’nin %38.8’i olması bekleniyor; Türkiye’nin dış borçları ise 453 milyar dolarla GSMH’nin %53.3’ü. Türkiye’de özel sektörün iç ve dış borçları toplamının GSMH’ye oranı %70; Arjantin’de ise sadece %16. Türkiye’nin döviz cinsi tüm borçlarının GSMH’ye oranı %69.5 iken, aynı oran Arjantin’de %51. Örnekleri çoğaltıltmak mümkün…

IMF’ye davetiye mi çıkarıyorum? Kesinlikle hayır! Önermiyorum, temenni de etmiyorum… Ne var ki, “artık IMF bizden borç istiyor” kostaklanmalarına aldanmayın. Çok geçmeden, yine IMF kapısına düşersek; ekonomiye yön veren IMF müfettişleri yeni Cottarelliler, Mogadamlar’la tanışırsak sakın şaşırmayın.

turkiye-icin-arjantin-ve-malezya-dersleri-465568-1.

Malezya’nın serüveni
Geçen haftaya kadar Malezya’da büyük bir karamsarlık havası hâkimdi. Başbakan Necip Rezak adeta bir parti devleti kurmuş; tüm kurumsal yapıları yok ederek, hukuku hiçe sayarak bütün gücü elinde toplayabilmek yolunda ciddi mesafe almıştı.

9 Mayıs’taki seçimlerde beklenmedik bir sonuç ortaya çıktı; muhalefetteki 4 partiden oluşan, adını da Umut İttifakı (Pakatan Harapan) koyan koalisyon Rezak’ın UMNO partisini ağır bir yenilgiye uğrattı. Halkın yolsuzluk, usulsüzlük, eşitsizlik ve haksızlıklara karşı gelişen tepkisi, güçlü bir dip dalgasına dönüştü. Bir anda Rezak’ın rejimi tuzla buz oldu.

Yurtdışına çıkma hamlesi de boşa çıkarıldı. Kendini çelik iradeli adam (Man of steel) olarak tanıtan, ancak halk arasında hırsız (Man of Steal) diye anılan Rezak kısa sürede zombiye dönüştü.

İlk anda Türkiye ile çok ciddi benzerlikler dikkat çekiyor. 24 Haziran seçimleri için umut beslemek açısından Malezya gerçekten iyi bir örnek oluşturuyor. Benzerlikleri, farklılıkları masaya yatırmadan önce, isterseniz ülkede yaşanan süreci kısaca bir hatırlayalım.

Malezya bilindiği gibi, başta eski başbakan Ahmet Davudoğlu İslamcı kadroların yıllarca feyz aldığı bir Güneydoğu Asya ülkesiydi. İslam’ı kapitalizmle bağdaştırmış, göreceli yumuşak bir din yorumuyla küresel sermayeye davetkâr bir tutumu birleştirmiş bir örnek olarak önemseniyordu.

İktidara geldiğinde ülkeyi demokratikleştirmek, vesayet rejimini ortadan kaldırmak gibi kulağımıza aşina gelen vaatlerle Batılı çevrelerin de desteğini almıştı. Çünkü veliahtı olduğu Mahatir Muhammet oldukça otoriter, sıkıştıkça Malay milliyetçiliğine başvuran bir şahsiyetti. 1997 Asya krizi sırasında faturayı George Soros’a çıkarmış, uyguladığı sermaye kontrolleriyle Malezya’nın krizi göreceli az hasarla atlatmasını sağlamıştı. Ancak küresel sermaye tarafından da mimlenmişti.

1MDB: Rezak’ın Sonu
Rezak’ın sonunu 1MDB diye kısaltılan Malezya Kalkınma Fonu’nun getirdiği söylenebilir. Necip 2009’da ayağının tozuyla 1MDB fonunu kurar. Gel zaman git zaman fon yatırımlarından çok yolsuzluklarla gündeme gelir. Hatta yaşananlar The Guardian gazetesi tarafından “dünyanın en büyük finansal skandalı” diye nitelendirilir.

Malezya varlık fonunun talan edilmesi hikâyesi bir yönüyle Netflix dizilerine konu olacak ölçüde dolambaçlı ve renkli. Bir yönüyle de yoksul Malezya halkının paralarına el uzatılması anlamında hazin. Özetle, fonun paraları Petro Saudi isimli bir Suudi Arabistan şirketiyle işbirliği halinde sifonlanıyor. Fon lüks gayrimenkulleri, şirketleri, mücevheratı ve tabloları değerinden pahalıya alıyor. Malezya yurttaşlarının zararı Necip ve suç ortaklarının kâr hanesine yazılıyor.

Yolsuzluk Wall Street Journal gazetesinin Necib’in kişisel hesabına tam 681 milyon dolar aktarıldığını belgelemesiyle su yüzüne çıktı. Bir Suudi Prensi’nin bu meblağı hiçbir karşılık beklemeden, sırf Necib’e sempatisinden ötürü seçim kampanyasına bağış olarak gönderdiğini açıklaması da, tuhaflıklar zincirine yeni bir halka ekledi.

2016 Temmuz’unda ABD Adalet Bakanlığı soruşturmanın devam ettiğini, fonun 1 milyar dolarlık varlığına el koyduğunu ilan etti. Hangi birini sayalım Manhattan’da Central Park’a nazır çatı katları, Los Angeles tepelerinde villalar bir bir ortaya çıktı. Washington’u saymadın diyebilirsiniz. Çünkü Necip ve avenesi başkente geldiklerinde Trump International Hotel’de kalmakta, keyif çatarken yüklü bir fatura da ödeyerek ABD başkanının gönlünü hoş etmekteydiler.

Necib’in sanata düşkünlüğünü es geçip, haksızlık etmeyelim. Fonun portföyünde Claude Monet ve Pablo Picasso tabloları da bulunmaktaydı. Ayrıca Leonardo Di Caprio’nun başrolünü oynadığı “The Wall of Wall Street” filmini de fon finanse etmiş, playboy Rıza Aziz’in Las Vegas kumar borçları bile, kitabına uydurulup kasadan ödenmişti.

Necip rüşvetin böyle aleni bir biçimde ortaya çıkmasıyla hızla irtifa kaybetmeye başladı. İddiaların araştırılmasını talep eden başbakan yardımcısı görevinden alındı ve darbeci ilan edildi. Soruşturmayı yürüten savcıya işten el çektirildi. Yeni savcı hemen davayı örtbas etti v.b.. Kafanızdan neler geçtiğini okur gibiyim, o nedenle bu noktada Türkiye’yle paralellikler kurmak için çaba sarfetmeye gerek olmadığını düşünüyorum…

Umut İttifakı
Necip yolsuzluk gündemini ikinci plana itmek amacıyla, “en iyi müdafaa hücumdur” taktiği ile gemi iyice azıya aldı. Öncelikle her türlü muhalefet, “isyana teşvik” suçu atfedilerek bastırılmaya çalışıldı. Basının hoşa gitmeyen haberleri, “devletin sırlarını ifşa etmek” suçlamasıyla cezalandırıldı.

Malay milliyetçiliğinin ve İslamcılığın dozu giderek artırılarak ülkedeki kutuplaşma iyice derinleştirildi. Çin ve Hint kökenli etnik azınlıklara karşı baskı yoğunlaştı. Şehirli eğitimli kesimler ile azınlıklar Necib’e muhalefette birleştiler. Özellikle kırsal kesimdeki muhafazakârlar ise, tüm “koruma ve kollama” mekanizmalarının da desteğiyle başbakanın arkasında birleştiler.

İşte 9 Mayıs seçimlerine bu iklimde gidildi. Korkulan olmadı. Çok yıpranmasına karşın Necip bir yolunu bulur, durumu lehine çevirir endişesi boş çıktı. 1957’de ülkenin İngiltere’den bağımsızlığını kazanmasından bu yana iktidarda bulunan UMNO bir gecede sandığa gömüldü.

Malezya’da değişmez gibi görünen değiştiği, devrilmez zannedilen devrildiği için insanın içinden haliyle sevinmek geliyor. Ne var ki, denklemlerin göründüğünden çok daha karışık olduğunu hatırlatmak da gerekiyor. Bir kere yeni başbakan Mahatir Muhammet tam 92 yaşında ve ülkedeki otoriter sistemin mimarı. Yaşasaydı 94 yaşında olacak eskinin başbakanı Süleyman Demirel’in siyasete dönüşü gibi bir durum söz konusu demek de mümkün. Abdullah Gül planının uygulamaya sokulması ve sonuç vermesine benzetmek de.

Umut İttifakı’nın 4 bileşeni var. En güçlü taraf parlamentoda 47 sandalyesi bulunan Enver İbrahim’in Halkın Adaleti Partisi. Çinlilerin desteğine dayanan Demokratik Hareket Partisi, UMNO’dan oy çalan Mahathir’in Malezya Yerlileri Partisi ve İslamcı PAS’tan kopanların oluşturduğu Amanah da diğer ortaklar.

Enver İbrahim faktörü
Mahathir iki yıl sonra başbakanlığı Enver İbrahim’e devretme taahhüdüyle görevi devraldı. İbrahim aslında radikal İslamcı bir geçmişe sahip. Bir anlamda Milli Görüş gömleğini çıkararak 80’lerde UMNO’ya katılıyor. 1997 Asya krizi sırasında başbakan yardımcılığına kadar yükselmiş bulunuyordu. Mahathir krizde dış güçleri suçlar, sermaye kontrolleri uygularken, İbrahim IMF’yle anlaşmayı, küresel sermayeye teslim olmayı savunuyor. Mahatir’in gazabına uğrayıp soluğu hapishanede alıyor.

Enver İbrahim’i neoliberalizm tutkunluğu nedeniyle Ali Babacan ya da Mehmet Şimşek’e benzetmek mümkün. Necip de İbrahim’i tehlike görünce, 2014’te hem de düzmece bir “sübyancılık” iddiasıyla hapse atıyor. 2016’da iki hasım Mahathir ve Enver, Necib’e karşı birlikte mücadele etmek için el sıkışıyor. Umut ittifakı bu uzlaşmadan doğuyor.

Bu bir rejim restorasyonu
Görülen, işler yolunda giderse dahi, Malezya’da en fazla rejimin restorasyonu beklenebilir. Bu yönüyle durum bizim Millet İttifakı’nın başarısına benzetilebilir. Ne yazık ki Malezya’da güçlü bir toplumsal muhalefetin eksikliği fazla umutlu olmaya olanak tanımıyor.

Şimdi, Türkiye’de de cumhurbaşkanlığı seçiminde sosyalist, düzen dışı sembolik bir aday bile bulunmamasından hareketle, bir noktaya kadar haklı paralellikler kurulabilir. Ancak Türkiye’de Gezi Ayaklanması’nda, 16 Nisan’da, 9 Temmuz Adalet Yürüyüşü’nde açığa çıkan, sokaklara taşan ciddi bir direniş damarı var.

Eğer hiçbir cumhurbaşkanı adayı dile getirmiyorsa bile 24 Haziran sürecinde; adını koyarak kapitalizmi karşımıza alabilir; adını koyarak başta Ortadoğu’daki varlığı emperyalizmi mahkum edebilir; yine adını koyarak Laikliğe, Aydınlanma’ya sahip çıkıp, tarikat, cemaat kadrolaşmasını teşhir edebiliriz. Bu çizgiyi 24 Haziran sonrasında da iş TAMAM’lanana kadar sürdürmeyi görev edinebiliriz.

Aksi takdirde RTE’ye yaşatılacak bir seçim yenilgisi tabii ki hepimizi çok mutlu eder. Ancak payımıza, düşse düşse Malezya’daki gibi rejimin restorasyonu düşer…