Bundan 17 yıl önce 3 Kasım 2002’de AKP iktidara geldi. Bu süreçte devlet ele geçirildi, yeni bir rejim kurdu. Buna karşın, kendi istediği gibi bir toplumu inşa edemedi. Edemeyecek. AKP’de vücut bulan ne varsa, ona itiraz eden milyonlar da var. İktidar, durdurulamaz bir iniş içinde. 17 yıl içinde kurduğu her şey aşağıya doğru gidiyor

Türkiye’nin 17 yıllık yıkım tarihi

POLİTİKA SERVİSİ

AKP, 3 Kasım 2002 seçiminde yüzde 34 oy alarak 550 sandalyeli Meclis’te 365 milletvekiliyle tek başına iktidar oldu. Bu tarih aynı zamanda bugün de devam eden baskı ve talan döneminin de başlangıcı oldu. Aynı seçimde sadece Deniz Baykal’ın CHP’si yüzde 10’luk barajı geçebilmişti. Ne tesadüftür ki DYP 9.5, MHP 8.4, Genç Parti 7.2 oy alarak parlamento dışında kaldı. Seçim öncesi gerçekleşen ve sonraları çok tartışılacak ittifak görüşmeleri de oldu. Örneğin ANAP-DYP arasında neredeyse bağlanan ittifak, nedeni anlaşılmaz şekilde bir anda bozuldu ve iki parti aynı anda baraj altında kaldı. Üçüncü bir partinin Meclis’e girme durumunda tek başına iktidar şansını yitirecek AKP bu garip ‘tesadüf’ler eşliğinde neredeyse Anayasayı değiştirebilecek Meclis çoğunluğuna ulaştı. Sonrası malum. Seçim öncesi kurulan Cemaat ittifakı iktidar olanaklarıyla birlikte aldı başını gitti.

BAYKAL’I VE LİBERALLERİ UNUTMAMAK LAZIM

Tabii bu arada sistemin daha iyi işlemesi için bazı çapakların temizlenmesi lazımdı. Bunlardan biri de siyasi yasağı nedeniyle milletvekili olamayan Erdoğan’ın başbakan olmasaydı. Bu konuda da devreye dönemin CHP Genel Başkanı Deniz Baykal girdi ve sorun çözüldü. Yine garip bir tesadüf olarak 7 Haziran seçimlerinde çoğunluğunu kaybedip sıkıntı yaşayan Erdoğan’ın imdadına köşke koşarak giden Baykal’dan başkası değildi. Daha çok günahı olsa da Baykal faslını burada kapatalım.

Hiç kuşkusuz Erdoğan, en büyük desteği 12 yıl boyunca iktidar ortaklığı yaptığı Gülen Cemaati’nden aldı. Ülkenin tepeden tırnağa, medyasından orduya, eğitimden sağlığa, iş dünyasından sendikasına kadar yeniden düzenlenmesinde Cemaat ‘esas adam’ oldu.

Cemaat dışında en önemli desteği “sol” liberallerden aldı. En pespaye ve utanmazca yaptıkları eylemlerden biri de hiç kuşkusuz 12 Eylül 2010 Referandumu’nda yaptıkları ‘yetmez ama evet’ çıkışlarıydı. Bu ekibin bir bölümü saf değiştirerek Erdoğan’a biat etti. Bazıları soluğu ABD’de, ağa babalarının yanında aldı. Erdoğan’a biat etmeyenler cezaevinde. En utanmazları ise ikbalini Davutoğlu’nda, Gül’de aramaya devam ediyor. Kürt hareketinin de 17 yıldır devam eden AKP iktidarıyla ittifak denilmese bile zaman zaman yakın ilişki içerisinde olduğunu söylemek gerekiyor. Öcalan’ın İmralı notlarında bu ilişkiyi “Erdoğan’a söyleyin iki kez onu kurtardık” diye özetleyecekti.

KIRILMA ANLARI

AKP iktidarı hiç kuşku yok ki kuruluşundan itibaren ABD’den ve batıdan tam destek gördü. ABD’nin Ortadoğu politikalarını hayata geçirmede mızrak ucu görevini büyük bir iştahla üstlendi. Bu ilişki iç siyasetin kırılma anlarında da AKP’nin çok işine yaradı. Mart 2008 tarihinde yaşanan kapatma davasında da ardından başlayan ekonomik krizde de, 2010 Referandumu’nda, 15 Temmuz Darbe Girişimi’nde de Batı sürekli Erdoğan’ın arkasında durdu. Üstelik bu desteği Avrupa’da sosyal demokratlar ve yeşiller verirken ABD’de de demokratlar iktidardaydı.

Dışarıdan gelen siyasi ve ekonomik destek içeride AKP’nin elini çok rahatlattı. Yukarıda saydığımız kırılma anlarından çok rahat başarıyla çıkarken, İslamcı-faşist rejimin inşası sayılabilecek adımları da ‘reform’ diye yutturabildi. Görünürde hiç engel kalmamıştı. Emniyet çoktan denetime geçmişti. Ordu engeli Ergenokon davalarıyla aşılmıştı. Ardından yargıda işi bitirdiler. İş dünyası çoktan yelkenleri suya indirmişti. Muhalefet desen dünyadaki tüm iktidarların en çok isteyeceği türden varlığını koruyordu. Unuttukları bir ek şey vardı. Halk.

Dinsel kuşatma

İktidara geldiği 2002 yılında geniş kesimlerin desteğini almak ve dönemin egemenlerini tedirgin etmemek için İslamcı karakterini gizleyen AKP, aradan geçen 17 yılda gerek devleti gerekse de toplumu gerici bir anlayışla dizayn etti. Partinin yönetimi ele almasıyla ilmek ilmek örülen dinsel kuşatma, yıldan yıla toplum açısından daha hissedilir bir nitelik kazandı.

AKP’li yılların en belirgin özelliğinden biri toplumsal tabanda tarikat-cemaat ağlarının artan etkisi oldu. Devletin neoliberal dönüşümle sosyal karakterini kaybetmesinin ardından yoksul halk kesimleri üzerindeki örgütlülüklerini artıran bu yapılanmalar, iktidarın toplum tasarımına uygun bir atmosferin yaratılmasının kritik araçlarıydı. 12 Eylül Darbesi’nden sonra, sol siyasetin etkisinin kırıldığı mahallelerde yoğunlaşan tarikat ağları, emekçi sınıfların hayat koşullarına isyan etmeyen, şükürcü ve tevekkülcü bir karaktere bürünmelerinde kilit rol oynadı. AKP döneminde meydana gelen iş kazaları ve cinayetleri, dinsel geliştirilen iklime uygun olarak “Allah’ın takdiri” olarak yorumlandı.Tarikat/cemaat yapılanmaları toplumsal alandaki etkinliklerini bürokraside kendilerine sunulan kadrolaşma imkânlarıyla pekiştirdi. Dinci örgütlerin en bilineni olan Fethullahçılar; yargı ve emniyette kritik konumlar elde ettiler. Orduda da bir askeri darbe girişiminde bulunabilecek kadar önemli mevzilere sahip oldular. 15 Temmuz 2016’daki darbe girişiminin ardından ‘FETÖ’ olarak anılmaya başlayan bu hareket, devlette yuvalanan tek gerici unsur değildi. Fethullahçıların yanı sıra Menzilciler, Süleymancılar ve İsmailağa Cemaati gibi nice dinci yapı, belli bakanlıklarda kadrolar kazandı. Büyütülen tarikatların devlet içinde kazandıkları güçle yarın hangi işe soyunacakları bilinmiyor.

Eğitim başat aktör

İktidar din eksenli örgütlenmeleri eğitim alanında da başat aktör haline getirdi. Ensar, İlim Yayma ve TÜGVA gibi kurumlar yürüttükleri faaliyetlerle eğitimde ciddi bir ağrılık kazandılar. Bu yapılar, hem Eğitim Bakanlığı’yla ortak protokoller imzalayarak sınıfların içlerine kadar girdiler hem de düzenledikleri sosyal etkinlikler ve açtıkları yüzlerce öğrenci yurduyla ülkede eğitimi kontrol edecek güce eriştiler. Türkiye’nin dört bir yanında dini eğitim fiilen okul öncesi eğitime, hatta kreşlere kadar indirildi. MEB Diyanet işbirliği ile okul öncesinde kreşlerde fiilen dini eğitim başladı. 463 ilçede, 4-6 yaş arası 2 bin 53 kreş görünümlü Kuran Kursu açıldı. Dindar-kindar nesil yaratma hedefi doğrultusunda fizik ve kimya kitaplarına dahi dinsel veriler yüklendi. Okullara mescit zorunluluğu uygulamaya konuldu. Laboratuvarlar, kütüphaneler mescitlere dönüştürüldü. Sayısı inanılmaz derecede artan imam hatiplerde, kız çocuklarının başını örtmesi için ikna odaları oluşturuldu. 12 Eylül ve 28 Şubat’a sürekli atıfta bulunan MEB ikna odalarına kulak tıkadı. Din temelli uygulamalar kamusal alanı da etkisi altına aldı.

Seküler yaşam biçimini kısıtlamak isteyen hükümet, Anadolu’nun genelinde şehirlerin merkezlerindeki içkili mekanları ‘kırmızı sokak’ uygulamasıyla şehrin çeperlerine sürdü. İçkili mekanların sayısı yıllar içinde düşüş gösterdi. İstanbul Taksim’de düzenleme bahanesiyle mekânların önündeki masa-sandalyeler kaldırıldı. Belediyelere ait işletmelerde de içki satışına son verildi. 2013 yılında saat 22.00’den sonra marketlerin içki satması yasaklandı. Önceleri belediyelerin belirlediği eğlence vergisini belirleme yetkisi Maliye Bakanlığı’na devredildi. Eğlence vergisine oldukça fahiş zamlar yapıldı. İçkiye getirilen yüksek ÖTV ile Türkiye bu alanda dünya lideri oldu.

Türkiye’deki cami sayısı ise kontrolsüz bir şekilde arttı. Camilerin artış sayısı, nüfus artış hızını da geride bırakarak 90 bine çıktı. Diyanet’e bağlı cami sayısı, MEB’in 2016 yılına ilişkin yayımladığı Örgün Eğitim İstatistikleri’nde 61 bin 201 olarak açıklanan toplam okul sayısını da geçti. Bugün Türkiye’deki cami sayısı, dünyanı en büyük ikinci Müslüman nüfusuna sahip ülkesi Hindistan’daki camilerin nüfusa oranından da fazla.

2017 yılında cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi adıyla kurumsallaşan ‘tek adam’ rejimi, dinsel dönüşümün zirve noktası oldu. Laikliği rafa kaldıran, yurttaşlık fikri yerine tebaa kültürünü yaygınlaştırmayı amaçlayan, iktidarını kutuplaştırma üzerine kuran ve muhalif kesimleri “dinsiz” olarak gören AKP zihniyeti, çağdaş demokrasinin ilkelerini hiçe sayarak tüm devleti ‘tanrısal’ yetkilerle donatılmış tek adamın şahsına indirgedi.

BAŞARAMADI ÇÜNKÜ...

turkiye-nin-17-yillik-yikim-tarihi-644797-1.

Çünkü biz vardık. Bu coğrafyanın yüzyıllara dayanan ilerici, aydınlanmacı devrimci geleneği vardı. İtiraz eden, AKP’nin dayattığı yaşama itiraz, yönetim anlayışına itiraz eden milyonlarca, kadın, genç emekçi doğa ve yaşam savunucusu vardı.

Devlet bürokrasisi, yargısı, polisi, medyası, cemaati, sol liberaline kadar herkesi arkasına alarak yürüyen iktidar bu büyük birikimin direncini kırmayı başaramadı. Sokağa çıkma, gülme, çalışma denilen sadece annelik rolü verilen milyonlarca kadın mor renkleriyle AKP karşısındaki en güçlü barikat oldu. Üniversite sorularıyla birlikte gelecekleri de çalınan liselilerin ayaklanmasını unutmak mümkün mü? Sonra ‘ODTÜ Ayakta’ diyen gençlere tüm ülkenin amfilerinden yanıt geldi. Gençlerin Erdoğan’a itirazı çok güçlü oldu. AKP iktidarının neoliberal politikalarına karşı bir an bile geri atmayan emekçiler ülkeyi sahipsiz bırakmadı. Metal Fırtına’da, TEKEL direnişinde AKP iktidarının nasıl sallandığını gördük. Cerrattepe’den Kaz dağlarına, Antalya’dan, Aydın’a Ergene’ye kadar doğa ve yaşam savaşı verenlerin ne cüreti ne cesareti tükendi.

‘HAZİRAN’ BIÇAK YARASI

Kuşkusuz AKP’yi gerileten nedenler ve olaylar sıralanacak ise Haziran isyanına ayrı bir parantez açmak lazım. AKP iktidarını gerileten, parti içerisinde çatırdamaya yol açan, kurduğu ittifakları parçalayan, yeni toplumsal örgütlerin önünü açan isyan dalgası Türkiye’nin önümüzdeki 15-20 yılını etkileyecek sonuçlar üretti. Erdoğan ve AKP iktidarı bu durumun çok net farkında. O yüzden ne zaman olumsuz bir iş başına gelse “geziciler” diye başlıyor. Yüzde iz bırakan derin bir bıçak yarası gibi aynaya her baktığında Haziran isyanını hatırlıyor.

YOLUN SONU

Güçlendi, her şeyi yuttu, şişti. Engellenemez, durdurulamaz, yenilmez sanıldı. Evet, AKP 18 yıldır iktidarda. Devleti ele geçirdi. Yeni bir rejim kurdu, kurmaya çalışıyor. Bu doğru. Ama en az bu kadar doğru daha var ki o da kendi istediği gibi bir toplum inşa edemedi. Edemeyecek. AKP ve onda vucut bulan ne varsa ona itiraz eden milyonlar var. Sadece Erdoğan ve partisi AKP değil, 18 yıl içinde kurduğu her şey aşağıya doğru gidiyor. Bunun anlamak için son bir hafta da medyada yaşananlara bakmak bile yeterli. Gelecekleri yok. Seçim yenilgisinin ardından, 1 Nisan günü gazetemize attığımız manşet gibi. AKP için yolun sonu.

***

Rant, özelleştirme, işsizlik: Borçlanma ekonomisinin sonu

Yarın yokmuş gibi borçlanan, aldığı borcu rant ekonomisini köpürtmekte kullanan, her şeyi özelleştiren 17 yıllık sanayisizleşme politikasında yolun sonuna gelindi. Sular çekilince kıyıya vuran balık misali, sıcak paranın çekilmesiyle rant ekonomisi krize girdi. AKP ise günahlarının bedelini 82 milyon yurttaşa ödetiyor.

1999 yılında Eichengreen ve Haussmann iktisat literatürüne "temel günah" olarak ün kazanan kavramı tanıttı. Peki nedir bu temel günah? Kısaca gelişmekte olan ülkelerin yabancı para cinsinden gittikçe artan oranda borçlanması olarak ifade edilebilir. Bu çerçeveden bakıldığında, 17 yıldır ekonominin dümenini elinde tutan AKP en büyük günahkâr olarak tanımlamak mümkün. Gelinen noktada, dış borcun milli gelir oranı cumhuriyet rekoru kırmış durumda. Başkasının kanatlarıyla uçan ekonomi yönetimi temel günahın sefasını yıllarca sürdü. Sadece AKP döneminde 300 milyar dolardan fazla borç kullanıldı, yaklaşık 65 milyar dolar özelleştirme geliri elde edildi. TEKEL, Türk Telekom, Tüpraş, Petkim, Şeker Fabrikaları ve dahası özelleştirildi, 17 yıllık bir istihdamsız büyüme politikası sonunda Türkiye sanayisizleşti. Bugün ise AKP'nin geçmiş günahlarının bedelini 82 milyon yurttaş öderken, hükümet günahlarıyla yüzleşmekten uzak.

Ne kadar cari açık o kadar büyüme (2002-2008)

2003 yılında AKP hükümetinin takip edeceği yörünge adına “Acil Eylem Planı” denen programla açığa çıktı. Buna göre ekonomi Derviş’in hazırladığı güçlü bankacılık düzenlemeleri üzerine bina edilecek, bu sayede dış kaynak ihtiyacı dışarıdan gelen sıcak parayla giderilecek, eş anlı olarak kamu kaynaklarının neredeyse tümü özel sektöre devredilecekti. Aslında 1980 ile başlayan neoliberal dönüşümün son taşlarını döşeme görevi AKP’ye düştü. 2003 yılında PETKİM’in son hisseleri, ilerleyen yıllarda Türk Telekom, TÜPRAŞ, TEKEL özel sektöre peşkeş çekildi. Bankacılık kesiminin sıcak para bulma yolundaki başarısı ve tüm dünyada yaşanan parasal genişlemenin de etkisiyle spekülatif yabancı sermaye Türkiye’ye deyim yerindeyse aktı. Böylece dolar kuru yatay ve istikrarlı seyrini 10 yıl sürdürecek, bu yıllarda Türkiye ithalata bağımlı olacak, özelleştirmeler ise sanayileşmeyi yavaşlatacaktı. Türkiye tarihinde görülmeyen büyüklüklerde cari açık veriyor ancak yabancı sermayenin aktığı Türkiye için cari açık henüz ciddi bir sorun gibi görünmüyordu. Fakat, Cari açığın neredeyse tümü dış borçlara neden oluyor, dış borç buldukça büyüyen Türkiye başkasının kanatlarıyla uçuyordu. Sokakta kredi kartlarının satıldığı, konut kredilerinin 50 katına çıktığı, televizyonda tatil kredilerinin reklamlarının yapılmaya başladığı yıllardı 2000’ler. Fakat hızla büyüyen Türkiye istihdam yaratamıyor ve daha sonra sıkça anılacağı gibi “sanayisizleşiyordu”.

ABD’nin teğet geçirdiği kriz (2009-2013)

Tüm dünyada finansal araçların çeşitlendiği, parasal genişlemenin tarihi günler yaşadığı yıllarda ilk finansal kriz 2008 sonunda patlak verdi. Krize karşı ABD’nin aldığı önlem daha fazla parasal genişleme oldu ve Fed dolar üzerindeki faizi 0’a indirdi. Geçici olduğu söylenen bu konjonktür AKP hükümetinin canına minnetti, zira borç ekonomisini daha fazla borçla sürdürebilmek hükümetin de işine geliyordu. Ancak tüm göstergeleri alt üst eden bir gelişme de yine 2009 yılında yaşandı. Türkiye ekonomisi 2009’da yüzde 4,7 küçülmesine rağmen cari açık vermeye devam etti. 2010 ve 2011 yılları ise ucuza borç bulmanın sarhoşluğuyla geçecekti. 2010 yılında toplam gelirinin yüzde 5,8’i 2011 yılında ise yüzde 8,9’u kadar cari açık veren Türkiye temel günahı işlemeye devam ediyordu; yerli olmayan parayla borçlanmak. Devir borçla dönen ekonomiyi “alın, verin ekonomiye can verin” sloganlarıyla hareketlendirme dönemiydi. Aynı dönemde Türkiye’nin tüm elektrik dağıtım sektörü özelleştirilecekti.

Kapalı odaya yanıcı gaz doluyor (2013-2018)

Fed’in faizleri 0’a indirmesi hükümetin kısa vadede işine gelse de iktisatçıların uyarılarına kulak tıkandı. Zira mevcut parasal genişleme Fed kurmaylarının da dediği üzere geçici ve olağanüstüydü. Türkiye rüyadan 2013 Mayısında uyandı. 22 Mayıs 2013’te Fed Başkanı Bernanke parasal genişlemeyi gelecek dönemde yavaşlatacağını ve faizleri peyderpey yükselteceğini açıkladı. O yıl ABD’li yatırım bankası faizlerin yükselmesinin ardından en çok risk barındıran 5 ülkeyi açıkladı. Daha sonra “kırılgan beşli” olarak anılacak bu listede 6 yıl önce Brezilya, Türkiye, Hindistan, G.Afrika ve Endonezya yer alıyordu. Liste her yıl yenilendi, kimi yeni ülkeler girdi kimisi çıktı ancak Türkiye kırılgan beşli listesinin demirbaşı oldu. Sermaye birikim rejimi inşaat rantı üzerine inşa edilen, her yıl giderek artan büyüklükte borcu döndürmeye çalışan, üretim yapısı ithalata bağımlı olan Türkiye’nin en son ihtiyacı olan şey başına geliyor faizler ve döviz kuru yükseliyordu. Türkiye’nin finansal riskleri giderek artıyor, geçmiş günahlar giderek sürdürülemez bir hale geliyordu.

Rahip Brunson diye bir kıvılcım (2018-…)

Türkiye’nin ekonomi yönetimi de 2018 yazında yaşanan kur şokunu hafife alarak Brunson vakasına sıkıştırmaya çalıştı. Ancak 2018 yazının sonunda borç görünümü şu şekildeydi;

Kamu + özel toplam dış borç: 445 milyar dolar (2001: 124,9 milyar dolar)
Dış borcun toplam gelire oranı: yüzde 56,7 (2001: yüzde 56,5)
Piyasalar bahane bekliyordu. Brunson ise spekülatif sermaye hareketlerinin kıvılcımı oldu. 2018 yazının yaşanan kur şokunu Türkiye henüz atlatabilmiş değil. Bugün 2001’e benzer bir finansal kriz riski taşıyan Türkiye’de henüz böylesi bir kriz yaşanmamasına rağmen işsizlik cumhuriyet rekoru kırmış durumda. Ekonomi yönetimi ise geçmiş günahlarıyla henüz yüzleşmiş değil.

***

Komşularla sıfır sorundan değersiz yalnızlığa…

Komşularla ‘sıfır sorun’ söylemiyle ve büyük bir uluslararası koalisyonu arkasına alarak yola çıkan AKP’nin dış politikası kabaca 2009’a kadar ufak tefek kusurlarıyla işledi. ABD’yi arkasına alan ve Ortadoğu politikalarının taşeronu haline gelen, ‘model lider’, ‘model ülke’ telkinleri ile sürekli olarak pohpohlanan iktidar ve Erdoğan, “Model değil lider olayım hayali” görmeye başladığı andan itibaren makas kırdı. Dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ve onun ‘stratejik derinlik’ diye her fırsatta anlattığı çizgi, yeni Osmanlıcı yönelime geçişi başlattı. Yeni Osmanlıcılık yapılacaksa başlanacak tek bir yer vardı; Suriye. İran çok büyük bir güçtü. Irak, hem İran’ın etkisindeydi hem savaştan yeni çıkmıştı. ABD Ürdün’ü kimseye kaptırma niyetinde değildi. Kaçınılmaz olarak hedef Suriye oldu. ‘Arap Baharı’ öncesi Davutoğlu Suriye’ye 62 kez gitti. İki ülke liderleri aileleriyle birlikte ortak tatil yaptı. İki ülke arasında ortak bakanlıklar bile kuruldu.

2011 yılında yaşanan ‘Arap Baharı’ ile Türkiye’nin iştahı iyiden iyiye kabardı. Müslüman Kardeşlerin enternasyonalizmin üzerine, Erdoğan’ı oturtarak, bölgesel lider yaratılacak ve böylece yeni Osmanlıcılık hayali gerçekleşecekti. Tunus’tan El Nahda, Mısırda Mursi, Filistin’de Hamas derken, Suriye’de de Esad’ın düşme ihtimaline tutunan AKP, dış politikada kırmaya başladığı makası uç noktaya getirdi. Ve Suriye, 2011 yılında “iç mesele” haline getirirdi. Bunu 5 Ağustos 2012’de dönemin Başbakanı Erdoğan’ın ağzından “Emevi Camisi’nde namaz kılacağız” söylemi takip etti.

Ortadoğu’ya lider olma hayaliyle ABD ile birlikte müdahale edilen Suriye’de Emevi Camii’nde namaz kılma hevesleri dillendirilirken, işler terse döndü. Esad devrilirse yerine Müslüman Kardeşlerin Suriye ayağının iktidara geleceğini ve istemediği sonuçların yaşanacağını gören ABD taktik değiştirdi. 2013’te Mısır darbesi, El Nahta’nın Tunus’ta çökmesi, IŞİD’ın kurulmasıyla birlikte Ilımlı İslam projesi çöktü.Türkiye ise tarihinde ilk defa, bir iktidar komşu ülkede silah zoruyla hükümet değiştirmeye kalktı. Proje bazında 2014 yılı Aralık ayında başlayan “eğit-donat” projesi 8 Mayıs 2015 tarihinde resmen devreye girdi. Yüzlerce cihatçı eğitilerek, Suriye’de savaşmak üzere bu ülkeye gönderildi. ABD ile ortak projesi olan eğit-donat programında Türkiye’de askeri eğitim verip silahlandırdığı ÖSO mensupları 2015 yılında Suriye’de savaşmaya başladı. Hayallerini ve heveslerini buraya büken AKP için işler Washington’ın eğit-donat stratejisinde de değişikliğe gitmesi ve Moskova’nın 2015’te sahadaki varlığını kalıcı hale getirmesiyle işler tamamen değişti.

NATO’YLA AVRASYA ARASINDA MEKİK DOKUMA

Çökmeye yüz tutmuş Suriye politikası krze girince, AKP’den yeni bir adım geldi. Rusya ve ABD arasında denge siyaseti kullanmaya başladığını söyleyen iktidarın denge siyaseti dediği şey “mekik dokuma”ya dönmüş durumda, aklınca ABD’ye karşı Rusya’yı bir dengeleme unsuru olarak kullanmaya kalkıp, sonuçta her ikisi arasında sıkışmayı başardı. AKP döneminde özetle, Türkiye’nin Ortadoğu’da Suriye ile ilişkileri dibe vurdu, Körfez’de Suudi Arabistan, BAE, Ürdün, Mısır ve İsrail ekseni; Doğu Akdeniz’de Mısır, İsrail, Yunanistan, Kıbrıs Rum Cumhuriyeti, AB ve ABD ekseni karşısında yalnızlaştı, izole oldu.

***

Yeni toplumun inşasına en büyük itiraz: Kadınlar

AKP’nin kuruluş yıllarından itibaren çekinmeden ifade ettiği yeni toplum fikrinin en önemli ayağını kadınlığın ve ailenin sil baştan inşa edilmesi oluşturdu. Henüz 2002 yılında müftülüklerde ‘aile büro’ları kuran iktidarın adımlarını, Erdoğan’ın kadın düşmanı söylemleri takip etti. 2008 yılında ‘En az üç çocuk’ diye başlayan süreç, 2012’de ‘Her kürtaj bir Uludere’dir’ söylemiyle taçlandırıldı. İş 2014 yılında, kadın ‘erkek- eşitliği fıtrata aykırı’ demeye kadar vardı. AKP tıpkı diğer İslamcı hareketler gibi, kadının asıl yerinin ‘aile’ olduğuna yönelik ideolojinin taşıyıcısı olduğu için, aileyi yeniden inşa etmek fikrini iktidarının en önemli önceliklerinden biri haline getirdi. Yeni toplum projesinin sorunsuz işleyebilmesi için, ilk olarak uslandırılması kadınlardı.

Neoliberal istihdam ve emek politikaları da (kayıtdışı-güvencesiz-esnek çalışma) iktidarın kadın ve aile konusundaki siyasal hedefini büyütmesine maddi bir temel sağladı. Bir sonraki adım, kadınlara bir müjde gibi sunulan “aile paketi” oldu. Kadınlara esnek çalışma olanağı getiren, her çocukta 100-200 TL artarak bir ‘devlet altını’ kazandıran paket, kadınların çalışmasını ancak evdeki esas görevlerini (!) yerine getirmesi şartına bağladı. Bunu engelli ve yaşlı bakımından kadını sorumlu tutmak takip etti. Sosyal politikalar, istihdam politikaları ve eğitim politikaları bu yönde kullanıldı. Yetmedi, aile içi şiddet ve toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlayan yasal düzenlemeler hedef alındı.

Toplumsal hayatı dizayn etmek hedefiyle atılan adımları kadınların farklı alanlardaki mücadelesi ile engellendi. AKP’li ilk birkaç senede yeni toplum hedefinin ciddiyeti henüz anlaşılmamışken, alaycı bir eda ve “Cumhuriyetçi teyze” etiketi kullanılarak toplumdan soyutlanmaya çalışan kadın figürü, kısa süre sonra “laik-seküler” mücadelenin simgesi haline geldi. Toplumsal mücadeleler ve gerileme anlarının öncü gücü kadınlar oldu. Gezi Direnişi’nde yükselen tencere-tava sesleri, Karadeniz’den, Ege’ye oradan Trakya köylerine kadar ekolojik talana karşı büyüyen mücadelelerde kadınların en önde olması tüm bu devletleşmiş İslami-despotik yönetim altında tesadüfü değildi. Karadeniz’deki Yeşil Yol projesine karşı hala süren direnişin “halkım ben” diyen Havva Ana’sı ile Gezi parkının ‘kırmızılı kadını’ arasındaki bağı kuran doğrudan Türkiye’de kadın olmanın ‘yaşam mücadelesi’ haline gelmesiydi. Yüzde 1400 artan kadın cinayetlerine olan öfke defalarca sokaklara taşındı. Karma eğitimi inatla savunan, iffetsiz ilan edileceğini bildiği halde ‘kahkaha’ atan, hatta bazen yalnızca ‘şort giyip’ sokakta yürüyenler, yıl 2018 8 Mart’ı olduğunda binlerle taksimde yürüdüğünde, ‘seçim kazanma’ stratejisinin parçası kabul edilip, ‘ezan ıslıklamakla’ yaftalandı, fakat karalama kampanyası tutmadığı gibi, polis şiddeti de öfke topladı.

Başarısızlığını fark etti

Tüm bu öfke birikimi ve tasarruf edilen ailenin ve toplumun tam olarak inşa edilememesi AKP içerisindeki çürüme herkes tarafından görünür hale geldiğinde dillendirilmeye başlandı. Yeni Şafak, Akit gibi gerici basının gündemden düşürmediği ‘Kızlar üniversiteye gidiyor, ahlak sarsılıyor’, ‘nafaka mağduriyeti’, ‘boşanmalar artıyor, aile çatırdıyor’, ‘kültürel alanı eksik bıraktık’ gibi pek çok serzeniş, AKP’nin başarısız toplum projesinin kadınlar tarafından engellendiğinin itirafı niteliğindeydi. 28 Şubat ‘mağduriyetleri’ bile artık yalnızca ‘erkek’ler tarafından anlatılır hale geldi. Kadın haklarına yönelik tehditlerin, ‘sağ seçmenin’ de kabul edemeyeceği seviyeye çıkmasını, şiddete karşı Hükümet-Der gibi sayılabilecek kadın derneklerinin bile gerici basının hedefine yerleşmesi takip etti. Türbanını çıkaran kadınların ‘özgürleştik’ demesi, bir önceki dönemin ‘mağduriyet’ mayasının nasıl tutmadığını gözler önüne serdi.