Türkiye’nin AB serüveni, İngiliz milli şuuru ve popülizm tartışmaları

AHMET K. HAN*

Kimi hikâyeler artık eskisi gibi olmayacak. Hani, “bir Fransız, bir Alman ve bir İngiliz” şuraya, buraya gitti diye başlayanlar... Zira malum olduğu üzere İngilizler “ben oynamıyorum” dediler. Cümle alemin Yunanlılardan beklediği yumruk, aparkat formunda, İngilizlerden geldi!

Şaşkına dönmüş piyasalar ve % 80 “kalma” yönünde oynamış bahisçiler bir yana, dünya siyasetinin nur topu gibi bir Avrupa Birliği’nin (AB) geleceği ne olacak sorusu oldu. Bu elbette cevabı Türkiye’yi de yakından ilgilendiren bir soru.

Hemen belirteyim. Doğrusu şu ki, bu satırların yazarı kişisel tarihinin hiç bir döneminde “kayıtsız şartsız” Türkiye AB’ye üye olsun fikrinin yanlısı olmadı. Kanaatimce bu tartışmanın Türkiye’de yürütülüş biçimi her daim sağlıksızdı.

Tartışmanın bir tarafında “onlar” daha almadan girelimci “yanlılar”, diğer tarafta daha girmeden çıkmacı “karşıt”lar…

İşin doğrusu bizim AB maceramız hep bir kakafonik karakter arz etti.

AB’nin doğası ve değerleri, gerçek anlamda ne olup ne olmadığı doğru dürüst anlatılmadan sürdürdü yanlıları bu tartışmayı. Bazen akşamdan sabaha refah artacak vaadi, bazen kendimiz beceremediğimiz için AB’nin iyi niyetli sopası vasıtasıyla demokratlaştırılacağımız umudu üzerinden…

Karşıtların tutumu da daha az sıkıntılı değildi. Daha ziyade AB üyeliğinin muhafazakar reflekslerde yaratması kaçınılmaz panik üzerinden kurgulanmış sakil bir şovenizm. Velhasıl bizim AB tartışmamız aklı karışık bir halkla ilişkiler felaketinden öteye gitmedi… Ve böyle olduğu için de bizde kamuoyunun AB üyeliğine desteği hep popülist kışkırtmalara açık bir saha olageldi. Sonuç olarak politikacıların kamuoyunu nereye doğru sürüklediği ile hızla değişti bu desteğin büyüklüğü ve yönü.

AB politikacılarının kimi zaman bizimkilerden aşağı kalmayan Türkiye’nin üyeliğini kendi siyasi çıkarları için araçsallaştırma eğilimi madalyonun öbür yüzüydü. AB’nin “ekonomik bir dev ancak stratejik bir cüce” olmasından kaynaklana paradoksun yarattığı kırılganlıklar ve bunun sonucunda ortaya çıkan, Kıbrıs Rumlarının tüm adayı temsilen üye kabulü türünden, miyop siyasi kararlar, daha başka envai çeşit çifte standart da bu yüzün kimi çirkin halleri…

Türkiye kamuoyunun AB algısının, ve üyelik ümidinin, boş vaadler ve korkular arasına sıkışmışlığı bundandır. Bu sıkışmışlık içerisinde konuya ilişkin “mili ve yerli” haletiruhiyemiz, bilgi temelli, bilinçli, farkındalık içeren bir tercihi yansıtmaktan çok, duygusal salınımla izaha müsaittir. Açık ki, değişik araştırmalara göre % 75 ile % 25 arası değişen destek düzeylerindeki gelgeçliği ve açıklığı başka bir mantıkla anlamlandırmak pek mümkün değil.

Bahsini ettiğim malul ruh halinin toplumu İngiltere referandumu sonrasında, “onlar bizi istemiyorlardı bak halleri ne oldu” türü ucuz istismara açık hale getirdiği de gerçek. Bu olursa, ki korkarım bugünün ergen nitelikler sergileyen basın ve sosyal medya ortamında olacaktır, hal kendisi de denize düşmüş birisinin şahsıyla aynı, hatta daha beter koşullarda, denizle boğuşan birisine bakıp, suyun da altından, “o da boğuluyor” diye sevinmesine benzer traji-komik bir durum arz edecektir.

Ancak, eğer Türkiye için ortak ve aydınlık, müreffeh ve güvenli bir gelecek arzu ediyorsak tüm bu “gerçek”lik bizlere şu iki meseleyi unutturmamalı.

İlkin, AB’nin bugün temsil iddiasında bulunduğu değerler; insan hakları, hukukun üstünlüğü, güçler ayrımı, basın özgürlüğü ve diğerleri insanlığın ortak refah ve güvenliği açısından temel değerlerdir. Bunlar siyasal toplulukların gelişmişliği açısından uygarlığın ulaştığı zirveyi belirleyen en üst meziyetlerdir. Kendine saygısı bulunan her toplum eğitimliliği nisbetinde bunları kendisine ideal olarak benimser ve bu oranda küresel refah ve güvenliğin tüketcisi olmaktan çıkarak üreticisi olur.

İkincisi, “insanların ve malların serbest dolaşımı, internet ve siber alem ile küreselleşmenin insanlığın mutluluk ve refahını” garanti altına alamadığı doğrudur. Bununla birlikte iklim değişikliğinden, salgın hastalık ve göçmen meselelerine, sorunlarımız inkar edilemez biçimde küreselleşmiştir. AB’nin “Brexit” ile zayıflaması küresel sorunların gerektirdiği küresel karşılıkları ortaklaşa üretmek mecburiyeti karşısında insanlığın elini zayıflatmıştır. Bugünkü halde herkesin, her devletin, kendi başına kaldığı bir ortamda kimsenin gücü tek başına bu sorunları çözmeye yetmeyeceği gibi, hiç bir duvar da kendimizi bu sorunlardan yalıtmak için yeterince yüksek olamayacaktır.

Sonsöz ise siyasi dersler üzerine.

David Cameron, iktidar uğruna popülist bir gösteri olarak söz vermişti bu referandum için. Ancak, bu macera sürecin kontrolünü radikallere kaybetmesiyle sonuçlandı. Şimdi kendisi istifa ederken arkasında dumanı tüten bir siyasi yıkıntı bırakıyor. Daha yeni, on puan farkla Birleşik Krallıkta kalmaya karar veren İskoçya ve zor bir denge üzerinde duran Kuzey İrlanda % 62 ve % 56 ile AB’de kalmaktan yana. Bu AB’den ayrılan Birleşik Krallığın “toprak bütünlüğü” meselesini gündeme getiriyor. Yani egemenlik, ve “milli şuurun korunması” adına savunulan bir adım, tam da bu iki noktada İngiltere’nin kırılganlığını arttırmaktan başka bir sonuç vermemiş gibi duruyor!

Devrimler bir yana, popülizmin kendi çocuklarını yemesi mukadder anlaşılan!!!

*Doç. Dr. Kadir Has Üniversitesi