Türkiye’nin çevre, enerji ve iklim bağlamındaki hataları yeni olmasa da özellikle 2000’lerin başından itibaren hızlandı ve büyümeye başladı.

Türkiye’nin çevre sorunları diğer sorunlarından bağımsız değil

Gökçe Şencan

Enflasyon almış başını gidiyor, ekonomik kriz aileleri perişan ediyor. Bu durumdayken gerçekten çevreyi mi konuşacağız? Yıllar içinde bu soruyla onlarca, belki de yüzlerce kez karşılaştım. İnsanların her gün karşı karşıya kaldığı geçim kaygıları düşünüldüğünde, önceliklendirdiğim konunun gündelik dertlere uzak gibi görünen bir alanda olması anlaşılır bir şekilde tuhaf karşılanıyor. Fakat çevre ve iklim sorunlarını tam da şu anda tartışmamız gerektiğini pek fazla kişi dillendirmiyor.


Halbuki şu an içinde bulunduğumuz ekonomik buhranda Türkiye’nin çevre ve iklim politikalarının da rolü var. Elektriğe, doğal gaza ve benzine üst üste zamlar yapılırken, insanlar gittikçe fakirleşirken, artan ithal enerji maliyetleriyle bağlantılı olarak birçok ürünün fiyatları kontrolsüzce yükselirken ve ölümcül çevresel afetler her yıl manşetlerimizi doldururken, Türkiye’nin son 20 yılda uyguladığı çevre ve iklim politikalarının bu krizlerdeki rolü inkar edilemez.
Türkiye’nin çevre, enerji ve iklim bağlamındaki hataları yeni olmasa da özellikle 2000’lerin başından itibaren hızlandı ve büyümeye başladı. Örneğin ülkedeki kurulu gücü arttırma çabasıyla, kömürlü termik santrallerin önündeki engeller bir bir kaldırılmaya başlandı, teşvikler ve alım garantileri sağlandı, çevre denetim mekanizmaları zayıflatıldı. Özellikle kırsal bölgelerde kömür santralleri ve madenleri mantar gibi ortaya çıkmaya başladı. Bir yandan Türkiye’nin kurulu güç kapasitesi artarken, diğer yandan yerel halkın şikayetleri ve ekolojik kaygıları kulak ardı edildi. Acele kamulaştırma kararlarıyla zeytinliklerin üstünden dozerlerle geçildi, madenler ve termik santraller için sit alanlarının sınırlarıyla oynandı. Kömür faaliyetleri sonucu hem yer altındaki hem de yer üstündeki su kaynakları kirletildi, kömür bölgelerindeki tarım arazilerinde verim düştü, yerel halk solunum hastalıklarına mahkum edildi, yerel ekonomilerin geleceği bu kirli yakıtın geleceğine bağlandı. Enerjimiz “ucuz” olabilsin diye tehlikeli şartlarda işletilen birçok madendeki kazalarda yüzlerce vatandaşımızı kaybettik. Sözde “ucuz” enerjinin faturasını doğamızla, gıdamızla, suyumuzla, sağlığımızla, hatta canımızla ödedik. Bugün vardığımız noktadaysa, kömür dahil tüm fosil yakıtları ithal ediyoruz ve bu ithal enerjinin hem görünen hem de gizli faturasını toplum olarak ödemek zorunda bırakılıyoruz.

Kömüre paralel olarak sorumsuz bir hidroelektrik furyası da yine 2000’lerde ortaya çıkmaya başladı. Kömüre benzer şekilde küçüğünden büyüğüne birçok hidroelektrik projesine teşvikler ve kolaylıklar sağlandı. Ya yerel halk itiraz etmek istediğinde karşısında devleti buldu, ya da şirketler ufak tefek vaatler ve göstermelik jestlerle göz boyamayı başardı. Sonuç olarak Karadeniz’de birçok çay ve dere kurudu, yerel ekosistemler ve ekonomisi bu su kaynaklarına dayanan bölgeler çöküş yaşadı.

Kömür ve hidroelektrik örneklerinin yanında, 2000’lerden itibaren doğa üzerinde nafile bir dominasyon kurma çabası da baş gösterdi. Plansız kentleşmeyle birlikte sadece yaşam alanlarımızdaki zaten kısıtlı yeşil alanlar betonla kaplanmakla kalmadı. Özellikle bol yağış alan bölgelerde de dereler betona boğularak “ıslah” edilmeye çalışıldı. Bunun sonucunda yaşanan sel baskınları ağır can ve mal kayıplarına sebep oldu. Orman yangınlarının sıklıkla görüldüğü, ekolojik olarak zaten hassas olan Akdeniz ve Ege kıyılarında, yangın riskleri ve doğanın ihtiyaçları hiçe sayılarak binlerce insanın konaklayacağı oteller serbestçe inşa edildi. İklim krizinin de etkisiyle kontrolden çıkan orman yangınları bu bölgelerdeki planlama eksikliklerini ortaya çıkardı, tahliye krizleri yaşandı.

Doğaya kulak verilmeden, uzman görüşleri görmezden gelinerek inşa edilen Üçüncü Havalimanı ve Üçüncü Köprü gibi yıkıcı projeler İstanbul’un ciğerleri Kuzey Ormanları’nı paramparça etti. Eskiden sulak alan olan bir bölgeye inşa edilen, kuşların göç yolunun tam ortasındaki bu havalimanında şimdi her yağmur sonrası göletler oluşuyor, göç sezonunda uçak-kuş sürüsü çarpışmaları hem insanların hem de göçmen kuşların hayatını tehlikeye sokuyor, ve bazı günlerde aşırı rüzgardan dolayı havalimanında güvenli bir şekilde iniş ve kalkış gerçekleştirilemiyor. İstanbulluların güçlü itirazına rağmen hâlâ iptal edilmemiş olan Kanal İstanbul projesi de, hem kara hem de deniz ekosistemlerimize ciddi bir tehdit oluşturmaya devam ediyor.

Trakya’da yıllarca çevresindeki sanayiler tarafından atık kanalı gibi kullanılmış Ergene Nehri’nin yanında diğer sanayi bölgelerindeki nehir ve dereler de bu bölgelerde yaşayan, insan dahil tüm canlıları zehirlemeye devam ediyor. Kıyısındaki şehirlerin foseptik çukuru haline getirilmiş Marmara Denizi’yse, geçen yılki müsilaj faciasından sonra hâlâ ekolojik dengesini geri kazanmaya çalışıyor.

Yukarıda listelediğim, geçmiş ve potansiyel ekolojik yıkımların birçoğu çevre ve halk sağlığının önceliklendirilmesiyle önlenebilirdi. Yaşadıkları yerleri korumak isteyen vatandaşlara ve doğa savunucularına kulak verilseydi, kirliliğe sebep olan fabrikalar, santraller, madenler ivedilikle kapatılsa ve bu tesislere katı çevre standartları uygulansaydı, devlet kaynakları fosil yakıtlar yerine yenilenebilir enerjiye kaydırılsaydı, doğaya betonla savaş açmak yerine doğayla uyum içinde yaşamaya gayret edilseydi, şu an daha temiz, yeşil ve sağlıklı bir Türkiye’de yaşıyor olabilirdik.

Bu hataların telafisi hâlâ mümkün, ama gelecekte benzer hatalardan kaçınabilmek için geçmişimizden ders almamız büyük önem taşıyor. Örneğin ülkemizin geleceğinin fosil yakıtlarda, özellikle de kömürde olmadığını artık açık bir şekilde görebiliriz ve kömür santrallerini planlı bir şekilde kapatmaya başlayabiliriz. Doğanın betonla “ıslah” edilemeyeceğini kabul edebilir, yeşil altyapı çözümleri üreterek şehirlerimizi doğayla barıştırabiliriz. Ekolojik açıdan hassas, çevresel afet açısından riskli bölgeleri yerleşime açmaya son verebiliriz. Uzmanların görüşlerini, yerel halkın ihtiyaç ve taleplerini her altyapı projesinin en önemli öğesi yapabilir, tüm sivil toplum gruplarının proje değerlendirme süreçlerine katılımını teşvik edebilir ve kamu projelerinin şeffaflıkla, halka açık ve demokratik bir şekilde değerlendirilmesini sağlayabiliriz. Özellikle Karadeniz’deki hidroelektrik santralleri gözden geçirilebilir ve verimsiz, hassas ekolojik bölgelerde kurulmuş, doğaya zarar veren santraller iptal edilebilir.

Başka konularda olduğu gibi çevre konusunda da başka bir Türkiye mümkün. Yeter ki bu ülkenin sakinlerinin sadece bizler olmadığını, kendi sağlığımızın ve refahımızın doğanın sağlığına bağlı olduğunu hatırlayalım ve çevre, enerji ve iklim politikalarımızı bu bilinçle oluşturalım.

Daha yeşil, temiz ve sağlıklı bir Türkiye umuduyla, Dünya Çevre Gününüz kutlu olsun!