AKP ve Tayyip Erdoğan yönetiminin iki iktidar dinamiği kaldı; sandık, yani belli bir eşikte direnen seçmen gücü ve devletin “yasal” şiddet aygıtları olan polis ve adliye… Çünkü AKP kendisini ülke yönetimine taşıyan iç ve dış iktidar dinamiklerini büyük ölçüde yitirdi. Erdoğan yönetimi dinci bir rejim kurmaya yöneldikçe, sadece dış değil, iç koalisyonu da dağılmaya, kitle desteği İslamcı/ şeriatçı tabana doğru daralmaya başladı.

Peki, daralan seçmen desteği ve polis-adliye gücü AKP iktidarını sürdürmeye, dahası şeri bir rejim kurmaya yeter mi? Hayır! Çünkü Türkiye gibi büyük ve jeopolitik dengeleri her an değişebilen bir ülkeyi sadece cami cemaatinin bir bölümüne ve polis-adliye gücüne dayanarak yönetemezsiniz.

Erdoğan-AKP iktidar, kendi dar ideolojik-siyasal programını uygulamaya yöneldikçe, örneğin Cumhuriyet kurumlarını tasfiye ısrarını sürdürdükçe, kendisiyle kimi sermaye kesimleri arasındaki ortak zeminlerin de imha olmasına yol açtı.

Dolayısıyla, bugüne kadar emperyalizm ve büyük sermayenin bir dediğini iki etmese ve onların bütün kirli işlerini görse de İslamcı iktidar partisi, artık burjuva sınıfının ortak çıkarlarını temsil eden bir siyasal hareket olmaktan çıkıyor. Bu nedenle, daha önce de kimi yazılarımda vurguladığım gibi, bir klik partisine, sermaye içi bir fraksiyona dönüşüyor. TÜSİAD’da kendisini ifade eden sermaye çevreleri ile AKP arasındaki mesafenin açılmasının başlıca nedeni budur.

AKP’yi iktidarda tutan başlıca dinamiği olan kitle desteğinin (kendisine oy veren toplum kesimleri) ise İslamcı kesimler ile yağmacı/lümpen sermaye çevrelerine kadar daraldığı görülüyor. Başta ABD olmak üzere, Batı’nın verdiği desteğin de BOP’un çöküşü, siyasal İslam’ın dünyadaki büyük iflası ve Suriye yenilgisi gibi nedenlerle geri çekildiği gözleniyor. Ayrıca Batı, bütün kirli işlerini gördürdüğü, ama öngörülemeyen, sinsi, güvenilmez ve ikiyüzlü bir İslamcı iktidarı, anlaşıldığı kadar, artık istemiyor. Dolayısıyla ABD ve AB ülkelerinin AKP iktidarına karşı aldığı tümünün indirgemeci bir yaklaşımla bir mizansen olarak değerlendirilmesi de doğru görünmüyor.

* * *

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve ekibi direniyor. AKP direniyor. Rejim değişikliğini öngördükleri bütün sonuçlara doğru götürmek konusunda ısrar ediyor. Çünkü İslamcı hareket böyle bir tarihsel fırsatın bir daha yakalanamayacağını biliyor. Süreci yarım bıraktıkları taktirde, ağır bir hesap sorma dalgası altında kalacaklarını anlıyor. Bu nedenle iktidarda kalmak için her şeyi yapabilecekleri anlaşılıyor. Çünkü, İslamcı siyaset sınıfı ve lümpen sermaye, “kafirlerin cumhuriyeti” olarak gördükleri ülkenin ulusal birikimini, “kılıç hakkı” ve “ganimet” olarak görüp yağmaladıkları için kendilerini güvende hissetmiyor. Yüz kızartıcı suçları var.

Ancak, AKP ve ortaklarının sonuna kadar direnme güçleri de yok. Çünkü geleneksel iktidar blokunu dağıtan AKP, yerine yeni bir iktidar bileşimi da oluşturamadı. İslamcı iktidar, Soğuk Savaş döneminin operasyon örgütü olan MHP dışında yeni ittifaklar da kuramadı. Kaldı ki, AKP çaresizlikten şeriatçı koalisyonu genişlemeye çalıştıkça, milliyetçi-ülkücü kesimlerle sorun yaşaması da kaçınılmaz görünüyor.

Diğer taraftan AKP, hiçbir zaman gerçek anlamda bir sistem içi parti olmadı. Merkez sağ ve muhafazakâr seçmenleri de kapsamaya çalışan İslamcı bir örgüt olarak kaldı. Çünkü AKP’nin rejime, cumhuriyete, bu cumhuriyetin temsil ettiği bütün değerlere, kurumlara ve ilkelere köklü bir itirazı vardı. Ancak bu itirazını hiçbir zaman açıkça ortaya koymadı. Sinsi ve oportinist davrandı. Bütün İslamcı hareketler gibi, güçlenene kadar bu niyetini belli dolayımlar üzerinden, ikiyüzlü bir siyaset izleyerek ifade etti. Türkiye’de ve Ortadoğu’da, gerektiğinde terörü de bir politik mücadele aracı olarak kullanan İslamcı örgüt ve hareketlerle yasak bir ilişki sürdürdü. İçeride Hüda Par ile kurulan ittifak ile bölgede Müslüman Kardeşler ve Hamas gibi hareketlerle sürdürülen ilişkilerin anlamı budur.

Dolayısıyla, AKP’nin devlete egemen olma sürecinde uyguladığı kimi taktik adımları (takiyye), bu partinin ılımlı ve Müslüman demokrat bir hareket olduğunun kanıtı diye sunmak tam bir ahmaklıktı. Liberallerin en büyük yanılgısı, AKP’nin ve siyasal İslamcıların kurulu düzene yönelik itirazlarından özgürlükçü bir eleştiri çıkarmaya çalışmalarıydı.

* * *

Sonuç olarak tablo ortadadır! AKP’nin yönettiği Türkiye daha demokratik değil, daha baskıcı ve totaliter rejime sahip bir ülke oldu. Dahası, laik nitelikleri budanmış, eğitimi dinselleştirilmiş, dünyada bütün pırıltısını kaybeden, dinci-faşizan bir Ortadoğu ülkesi haline geldi.

Ancak, kavga bitmiş değil, ülke deyim uygunsa bir arafta bulunuyor, mücadele sürüyor. Ülke ve toplum, tarihsel gericilikle nihai bir kapışmaya, son bir hesaplaşmaya doğru sürükleniyor. Türkiye, kaderinin yeniden çizileceği bir tarihsel eşikte bulunuyor. Önümüzdeki 14 Mayıs seçimleri bu eşiklerden biri, belki de en önemlisi haline geliyor.

Öyle görülüyor ki, bu süreç sancılı, çatışmalı, kırılgan ve inişli çıkışlı olacak. İslamcı-faşizan iktidar kazanmak için elinden geleni yapacak. Ancak, tek ve ortak aday çıkarmak konusunda büyük bir ilerleme sağlayan muhalefet cephesinin, bu seçimi kaybetmesi için hiçbir neden bulunmuyor. Üstelik bu seçimi ilk turda ve açık ara kazanmak gerekiyor. Çünkü gericiliği ve faşizmi açık ve ağır bir yenilgiye uğratmak, siyasal, kültürel ve tarihsel bakımdan büyük önem taşıyor.

Seçimde, her ne pahasına olursa olsun halkın iradesinin çalınmasını sandıkta ve sokakta önlemek yaşamsal bir öneme sahip. Dolayısıyla, bu dönemde solun her kesimine ve daha çok da devrimcilere büyük iş düşüyor. Çünkü bugün uğruna mücadele ettiğimiz program ve ilkeler, -biraz çubuğu bükerek ifade edersek- son çözümlemede kapitalizmin sınırları içinde kalsa da bu tarihsel dönemeçte esas olarak solun da ayaklarını basacağı asgari zemini oluşturuyor.

Dolayısıyla gericiliği ve faşizmi yenilgiye uğratmak, Türkiye’nin yanı sıra, solun ve emek hareketinin de önünü açacak. İkilem basit; toplum ya dinci-faşizan bir barbarlıktan ya da aydınlanma ve demokrasiden yana tercih yapacak.