15 Temmuz öncesinde de belli açılardan iyi olan Türkiye-İran ilişkilerinde de benzer bir seyir gerçekleşecek gibi görünüyor

Türkiye, Rusya, İran, Suriye: 15 Temmuz sonrası  yeni denklemler

SELİM SEZER Ortadoğu Araştırmacısı

9 Ağustos Salı günü Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in St. Petersburg’da gerçekleştiği görüşme, Türkiye’nin yakın gelecekteki dış politikası ve dış ekonomik ilişkileri bakımından merkezi denebilecek bir yer tuttuğu gibi, geniş anlamıyla bölgedeki güç dengelerinin seyrini de çeşitli biçimlerde etkileyecek gibi görünüyor. Yeni süreç Türkiye’nin 1952 yılında NATO’ya üye olmasından bu yana içinde yer aldığı “Batı bloğu”ndan “Avrasya bloğu”na geçiş anlamına gelmese de, şu anda görünen durum hafife alınamayacak bir paradigma değişiminin sinyallerini veriyor. Ancak buradaki sınırları ve çelişkileri de gözardı etmemek gerekiyor. Fakat tüm bunları ele almadan önce, bu değişimin nedenleri üzerine kısa bir tartışma yürütmek yerinde olacaktır.

Bilindiği gibi Erdoğan 24 Kasım 2015 tarihinde düşürülen Rus uçağı nedeniyle 27 Haziran 2016 günü, yani 15 Temmuz darbe girişiminden önce Putin’den özür dilemiş ve Türkiye-Rusya normalleşme sürecinin ilk adımı bu tarihte atılmıştı. Kimi yorumlarda darbe girişiminin gerekçesi bu yakınlaşma gibi gösterilse de, ortaya çıkan verilerin gösterdiği üzere darbe hazırlıklarının çok daha eski olduğu, özür adımının ise (en azından dışarıdan göründüğü kadarıyla) ani olduğu düşünüldüğünde, böyle bir neden-sonuç ilişkisi kurmak epey zor olacaktır. Bunun tersini söylemek ve darbe girişiminin Türkiye ile Rusya, İran ve muhtemelen Suriye arasındaki ilişkilerde yeni bir döneme vesile olduğunu ileri sürmek çok daha yerinde gibi görünüyor.
15 Temmuz’dan yaklaşık bir ay sonra darbe girişimine dair pek çok belirsizlik ve soru işareti halen yerli yerinde dursa da, ABD’nin devlet yapılanmasının en azından bazı bölmelerinin ve özellikle istihbarat unsurlarının girişimde dahlinin olduğu iddiasını güçlendirecek pek çok veri birikti. Bunun sebepleri konusunda da farklı iddialar ve teoriler ortaya konuluyor. Bu noktada kesin bir izahatta bulunmak şimdilik güç olsa da, Rusya ve İran’ın ilk saatlerden itibaren darbe girişimine güçlü bir şekilde karşı durmasının nedenlerini öngörebilmek görece daha kolay. Moskova ve Tahran’ın bu tutumu almasında şu dört faktörden biri, birkaçı veya tümü etkili olmuş olmalıdır: (i) Hem Rusya hem de İran’ın darbenin emperyalist karakterini erkenden görmesi; (ii) Rusya’nın Orta Asya’daki Gülen okulları ve bu okulların yürüttüğü faaliyetler nedeniyle, İran’ın ise Gülen ve şürekasının açık İran/Şii düşmanlığı nedeniyle “Cemaat”e karşı husumet içinde olması; (iii) Her iki ülkenin de resmi bir politika olarak devletlerin egemenliğinden, bölge genelinde istikrardan ve iç barıştan yana olması veya bu resmi teze uygun hareket etmek zorunda olması ve (iv) Zor dönemde Türkiye’nin yanında yer almanın, kriz atlatıldıktan sonra bir jeopolitik ortak kazanma sonucunu getireceğinin öngörülmesi.

Her durumda, yakın bir gelecekte Türkiye’nin hem Rusya hem de İran’la olan siyasi ve ekonomik ilişkilerinde önemli sıçramaların gerçekleşeceği aşikâr gibi görünüyor ve her iki yakınlaşma da, Türkiye’nin Suriye politikasının değişmesini kaçınılmaz kılıyor.

9 Ağustos günü gerçekleşen Erdoğan-Putin görüşmesi, başta son yılların en büyük projelerinden olan Türk Akımı’na ilişkin çalışmaların yeniden başlaması olmak üzere stratejik anlamı da olan bazı ekonomik işbirliği projelerinin önünü açarken, beş yıldır devam eden Suriye savaşında “oyun değiştirici” bir rol oynayan Rusya’nın Türkiye tarafından siyasi çözüm için partner olarak görüldüğünün ilan edilmesi, elbette büyük bir politika değişikliğine işaret ediyor. Türkiye ve Rusya’nın Suriye’de IŞİD’e karşı ortak hava operasyonları düzenleyeceğinin ilan edilmesi ve ardından da Suriye’nin hava sahasını Türk uçaklarına açacağını duyurması gibi olağandışı denebilecek gelişmeler, bu sürecin şimdiden görülen somut sonuçları oldu. Kaynaklardan öğrenildiğine göre söz konusu görüşme esnasında Rusya Savunma Komitesi Başkanı Viktor Vodalatsky, Türkiye’den Suriye sınırını kapatarak silah ve militan geçişlerini engellemesini de talep etti. Bu yazının kaleme alındığı an itibariyle bu yönde adımlar atıldığına ilişkin bazı haberler de dolaşıma girmişti.

15 Temmuz öncesinde de belli açılardan iyi olan Türkiye-İran ilişkilerinde de benzer bir seyir gerçekleşecek gibi görünüyor. 12 Ağustos günü Türkiye’ye gelen İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif de cebinde enerji ve doğalgaz alanında işbirliği projeleriyle geldiği gibi, siyasi ilişkilerde de bir “balayı”nın ufukta olabileceğine işaret eden bazı açıklamalar yapıldı. TBMM’yi gezen ve “darbeyi engellediği için” Türkiye halkını tebrik eden Cevad Zarif, Ankara-Moskova yakınlaşmasından övgüyle söz ettiği gibi, Türkiye ile İran arasındaki “tarihi bağlara” gönderme yaparak işbirliğini her alanda geliştirileceğini ifade etti. (Elbette, tarih bilgilerimiz, Cevad Zarif Türkiye ile İran arasındaki “tarihi bağlar”dan bahsettiği zaman tebessüm etmemize yol açtı, ancak bu epey tâli bir mesele.) Öte yandan İran Dışişleri Bakanı ile Mevlüt Çavuşoğlu arasındaki görüşmede de Suriye krizinin işbirliği ile birlikte çözülmesi konusunda mutabakata varıldı. Görüşme sonrasında Çavuşoğlu’nun ağzından, (yine “tebessüm ettirecek” şekilde) “Biz Suriye’de kalıcı bir çözüm için İran’ın yapıcı rolünün önemini başından beri vurguluyoruz” cümlesinin çıktığı da duyuldu.

Elbette bu yakınlaşmaların Suriye üzerindeki etkisi, zaman zaman iddia edildiği gibi 2011 öncesine geri dönüş olmayacaktır. Söz yerindeyse, “Esed” belki “Esad” olacaktır ama, hiçbir zaman “kardeşim Esad” olmayacaktır. Muhtemelen Türkiye’deki iktidar, bunun yerine Suriye’deki silahlı grupları kontrolsüz ve sınırsız şekilde desteklemeye son verecek ve olası barış görüşmelerinde siyasi muhalefetin temsilcisi/destekçisi olarak “makul” bir pazarlığa girişmeye çalışacaktır. Böyle bir pozisyon ise, özellikle İran’ın zaten başından beri beklediği şeydir. Müttefiği olan Şam rejimiyle birlikte kendisine de doğrudan tehdit teşkil eden gruplarla askeri mücadeleye girişmekle beraber esas çözümü masada gören İran, önceki süreçlerde de Türkiye’yi masanın karşı tarafında muhatap olarak görmek istemiştir ve şimdi bunun makul biçimlerde yürütülmesinin zemini oluşmuştur.
Bir diğer abartılı yorum ise bu süreçlerle birlikte Türkiye’nin NATO’dan ayrılacağı ve Avrasya bloğuna katılacağıdır. Böyle bir adım, bu satırların yazarı da dahil olmak üzere pek çok kişi tarafından ancak olumlu bir adım olarak görülür, lakin bunun zemini mevcut değildir. ABD ve NATO, bu denli stratejik bir coğrafi ve jeopolitik konumda bulunan kadim müttefiklerinden kolay kolay vazgeçmeyecektir. ABD Genelkurmay Başkanı Joseph Dunford’un 31 Temmuz’daki Türkiye ziyareti de bunun göstergesidir. Keza Rusya da, muhtemel bir siyasi ve ekonomik partner olarak gördüğü Erdoğan Türkiye’sine elbette yalnızca bir düzeyde güvenebilir. Mevcut koşullar altında Rusya-Türkiye ilişkilerinin Rusya-İran ya da Rusya-Çin ilişkileri düzeyine varması, öngörülebilir bir gelecek içinde mümkün değildir. Hepsinden önemlisi, Türkiye hükümetinin böyle bir niyetinin olduğundan şüphe etmeye yeterince yer vardır. Bazı yorumlarda Erdoğan-Putin görüşmesinde Erdoğan’ın aslında Rusya’yla değil, NATO’yla pazarlık yaptığı söyleniyor ve bu pek de yanlış görünmüyor. Türkiye’nin Rusya’yla yakınlaşması aslında yarım asırdır müttefiki olan ABD-NATO-Batı bloğuyla olan ilişkisini yeni bir paradigma dahilinde ve yenilenmiş bir çerçeve içinde şekillendirmek istediği anlamına geliyor. Dolayısıyla, olağanüstü gelişmeler yaşanmazsa, Türkiye’nin NATO üyesi olarak kalmaya devam edeceği, ancak belli sınırlar koyacağı ve her iki blokla daha dengeli ilişkiler yürüteceği öngörülebilir.

Belirtilmesi gereken son bir nokta daha var. Haftalardır aşırı yoğun bir diplomasi trafiği yürüten Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu 11 Ağustos günü bir açıklama daha yaparak, Meclis tatile girmeden önce İsrail’le varılan normalleşme anlaşmasının yürürlüğe gireceğini söyledi. Bu anlaşmanın 6 yıl önceden kalan bir ihtilafın giderilmesinin çok ötesinde, neredeyse stratejik işbirliği anlaşması düzeyinde olduğu biliniyor. Bu karmaşanın orta yerinde bu anlaşmanın yürürlüğe sokulması için acele içinde olunması, Türkiye’nin ABD emperyalizmi merkezli bloktan kopmayacağının belki de en somut göstergesidir. Öte yandan aynı anda hem İsrail hem de Rusya ile güçlü ilişkiler kurmak da gayet mümkündür, zira Rusya’nın hiçbir zaman İsrail karşıtı bir duruşu olmamıştır. Daha önemlisi, Türkiye-İsrail anlaşmasının imzalanmasının hemen arkasından İsrail istihbaratına yakın Debka sitesi, dev bir Rusya-Türkiye-İsrail doğalgaz işbirliğinin kapıda olduğunu yazmıştı.

Şu tespitle bitirelim: 15 Temmuz’dan önce de, sonra da atılan dış politika adımlarının Türkiye kapitalizminin ihtiyaçlarından bağımsız olduğunu varsaymak, bizi ciddi yanılsamalara sürükleyecektir. Türkiye’nin Suriye politikasındaki tercihlerinde bile, müttefik bir Suriye’nin üzerinden geçecek Katar-Türkiye doğalgaz boru hattı projesinin, ideolojiden ve “Yeni Osmanlıcı” hayallerden daha belirleyici bir faktör olduğunu ileri sürmek pekala mümkündür. Yakın zamanlarda Türkiye’nin yeni ortaklar ve ortaklıklar arayışına girmesi de bu projenin çökmesinden bağımsız değildir. Bir başka deyişle, Rusya ve İran ile yenilenen ilişkilerin Suriye politikasında değişiklik getirmesinden söz ederken, bunun tersinin de doğru olabileceği, Suriye’de açılmayan pazarların Türkiye’yi, yeni pazarlar bulmak için dış politika değişikliğine götürmüş olabileceği dikkatten kaçırılmamalıdır.