Bu iş öyle Kış Uykusu’ndaki gibi Türk Tiyatro Tarihi diye başlık atıp, kitap yazdım demeye benzemez. Gençlerin her birine, tümü hiçlikte biten, hiçbir ciddi sorunla uğraşmayan, hiçbir önemli toplumsal sorunla mücadele etmeyen, hiçbir ciddi muhalif kimlikle el ele vermeyen, çoğu anlamsız senaryolara dayanan filmleri kamu bütçesiyle çektiriyorlar. Sonrada ortalarına 'baş ajan'ı oturtup 'solculuk' geyiği yaptırıyorlar.

Türkiye Sineması’nda çok ciddi sorunlar var, bunlardan en başta geleni de, anlamsız senaryolar, anlamsız konular. Bir sürü 'ordinary man' bayağılık kokan konular bulup, bunlardan işlevsiz ve anlamsız filmler yapıyorlar. Sonuçta da millet seyretmiyor diyerek havalı havalı konuşuyorlar. Hatta bundan gocunmuyorlar bile. İçlerinde, yaptıkları filmleri “Bu sorun, bence çok önemli” diye savunanları da var. Bu iş o kadar ileri gitti ki 'başın sözü' her şeyi açıklıyor:

Anadolu’da başta memurlar ve sonra eşraf, bütün millet durmadan kirli ilişkilerle örülü siyaset konuşur. Bu iş sermaye birikimiyle ilgilidir. Kış Uykusu filminde bu diyalogların hiçbiri yok diyen Gencay Gürsoy’un sorusuna, büyükbaş şu şekilde yanıt verdi, “Onların hepsi gelir geçer, on yıl sonra kimse bunları hatırlamaz, onun yerine ben manda yoğurduğunu anlattım, o daha kalıcı.”

Bu milletin ayarını bu yalanlar bozuyor, siyasetçiler gerçekten halkın sorunlarını hemen hiç tartışmıyorlar. Büyükbaşlar toplanıyor Meclis'te, aptalca kimlik tartışması yapıyorlar, ama milletin hali onları ne sofrada ne de evde ilgilendirmiyor. Emre Kongar’ın yazdığına göre, Meclis büyük bir iş ve işçi bulma kurumu gibi çalışıyormuş! Şimdilerde ise büyük bir yağdanlık ve avadanlık gibi çalışıyor. İşte buna ilerleme diyoruz. Adam milletvekili kimliğiyle gazete basıyor, tehdit ediyor, kameralar çekiyor... Demokrasiye gel.

Peki, sinemamız ne mi yapıyor? Bir kere gençler için başarı ölçütü sinemalardaki gösterim falan değil, büyükbaşın masasında oturup 'solcu' geyikler yapmak. O büyükbaş Fransa’da kara gömlek giyer, siyasetçilerimiz biraz utansın der, buraya gelince o siyasetçilerden 2 milyon lira destek alır, Somalı ailelerin hukuk mücadelesine hiç ilgi göstermez. Bu arada kendisi 'bireyin sorunlarını' anlatıyormuş. Sorarım size, onun bilinçdışında neler var, haberiniz var mı? İsteyen öbür büyükbaş Orhan’ın ne kadar büyük bir memleket sevdalısı ve onun bireyinin sorunlarıyla nasıl dertleştiğini anlatıp dursun, bunlar tabi ki heyecanlı da olabilir, yerseniz.

Türkiye Sineması’nda hiçbir meramı olmayan filmlerin yapılması, tam anlamıyla, bir han-ı haram özelliği gösteriyor. Buna göre, bu filmlerin yapılmasının asıl nedeni, geçmişte ciddi bir toplumsal muhalefetin içinde olan sektörün, şimdilerde, tam ulufeler zinciriyle düzenin kımıl zararlısına dönüşmüştür.

Bu düzen, bu sistem, bu sanat dünyası, merkezde ulufe muhtaçları olmak üzere, Faustları etrafına toplayıp onları şişiren, sonra onlara karşılık kamu destekleri veren, artlarından ise bunlar ne kadar rezil insanlar diyerek alay eden Mephisto denklemi üzerine kurulmuş.

Bu açıdan sistemin içine giren, ilk önce bütün erdem-ahlak-iman sınavından geçerken halk adına, halkın sanatçısı, halkın savaşçısı denkleminde, halkla alay edip halkın sorunlarını yok sayıyor. Onun yerine 'etliye sütlüye bulaşmaz' ve kendi bildiklerini de unutan bir 'sosyete sanat görüşü' geçirerek amaç olarak 'yuvarlak teneke ve para çeki' almaya ahdetmiş insanlar gibi duruyor. Türkiye’de düzen millete ve onun ereklerine yabancılaşmış olduğu gibi, sanatçıları da millete yabancılaşmış durumda. Hatta “Bu millet, adam olmaz” söylemi, oradan iş çıkmaz başka fırsatlara bakalım diyerek, halkın yerine “iktidarın, ulufesine koşarak, ruhunu iş görmez haline getirir, ardından ise, gizli olarak Padişahım Çok Yaşa anlamına gelen yüksek sanat eserleri” üretir. Bu sistemin yüksek sanat diye kodladığı şeylerin, evrensel insanlık tarihinde hiçbir meşru, teorik ve etik temeli yoktur.

Bir de Tarkovski meselesi var. Tarkovski ilkeler ve ihanet denklemini en açık şekilde koymuş bir yönetmendir. Türkiye’de ise sistem tam tersinden işliyor. Yola çıkarken, daha cin olmadan, ilkelerini satıp, gayri ahlaki ilişkilerin içine giriyorlar.

Sanatın metalaşmasına karşı çıkmıyorlar, tam aksine en iyi sanatın en çok getiren meta olduğunu düşünüyorlar. Bu nedenle halka sattıkları biletin getirisinden değil de, metaya karşılıksız ulufe veren iktidardan yevmiye almak için birbirlerini ezen insanlar sanat piyasasını doldurdu. Sonuçta, sinemacılarımız parayı halka giderek ve onun teveccühüyle değil, tam aksine, iktidarın 'kımıl zararlısı' damgasıyla, ulufe cinsinden alıyorlar.

Bu sürecin kendisine tam olarak 'han-ı haramın' küçük ardiyesi diyoruz. Bazıları Egemen Bağış, Muammer Güler gibi yapıyor, bazıları da film yapıp sırasının gelmesini bekliyor. Sonuçta hepsinin mücadelesinin merkezinde 'arpalık' bekleyen mazul olma korkusu var. Bu sistemin merkezinde mücadele değil, teslimiyet var.

Not: Mazul, azledilen demektir, arpalıklar ihale ile satılır, ardından bir başkasına arpalığı satmak için o 'arpalıkçı' azledilir, ama mazul yine bir şekilde gelir getirirdi, bu Osmanlı sisteminin bir özelliğidir, mazulluk da bir makamdır. Bkn. Türkiye İktisat Tarihi, (elbette ki) Niyazi Berkes. Bu acı tarihi yağlandırıp ballandırarak anlatmak şimdi moda, yalnız onların tamamına yakını bir tür yeni arpalıkçı, aradaki fark burada, yani o tarihçilerin de çoğu mazul.