Dünya düzeni erkek erkine tutsak. Çekirdek aileler baba egemenliği üzerine kuruluyor. Soy babanın soyu, soyadı babanın. Reis baba. Baba yoksa ağabey. Başa bir erkek gerekiyor, aile olmanın gün ışığında çıplak kalmamanın, korunmanın insan yerine konmanın anahtarı bu. Zaten "insan yerine konmak" da daha çok "adam yerine konmak" diye ifade ediliyor.

Türün ötekisi

HANDE ÇİĞDEMOĞLU

Dünya dediğimiz evin üzerinde doğup evrilmiş 50 milyar canlı türünden biriyiz sadece. Bu rakam ne kadar doğru ne kadar yanlış ya da ne kadar sapmaya tabi olur bilemem ama türümüz böyle bir rakam içinde 1'e karşılık geliyor; insan. Niceliksel sınıflandırma şekli bu en azından. Kadın ya da erkek değil, insan. Çünkü adı geçen bu terimler pek çok türde olduğu gibi bir cinsi tanımlıyor. Ama gel gör ki dünya kurulalı beri hatta kimbilir kurulmadan önce bile tür ikiye ayrılıyor. Sanki insan, erkek türüyle özdeşleşmiş, kadın bu ana türün öteki bir kolu gibi.

Daha doğrusu, biz böyle algılıyoruz. Çünkü bizim, yani "insan"ın bir özelliği de, içinde yaşadığı dönemi ve koşulları kendi türünün "doğası" sanması. Oysa yüz binlerce yıllık varlığının sadece son 8-10 bin yıllık kısmında geçerli, insan-erkek özdeşleşmesi. Yerleşik hayata geçip tarımı geliştirmesi ve tek tanrılı dinler döneminin bu özelliği, bizlerin yaşadığı kuşaklar döneminde "insan doğası" gibi algılanıyor. Engels bu özdeşleşmeyi "insan doğası" ile değil, mülkiyetin kurumlaşmasıyla; yani sahip olma güdüsünün yayılmasıyla açıklıyor. Günümüzdeki aile ve devletin kökenini de aynı güdüye kaynaklık eden gelişmelere bağlıyor.

Son 8-10 bin yılın yaradılış hikâyeleri bütün tek tanrılı inançlarda erkek üzerine kurulu. Hiçbir din, kadına paye vermiyor. En fazla değer biçiyor, birtakım haklar bahşediyor. Peygamberler erkek, elçiler erkek, havariler erkek… Havva bile Adem'in eşi. Evren de, Tanrı da, dinler de sanki her şey asıl tür "insan"a yani erkek cinsine göre kurulmuş. Kadın onun bir parçası, tamamlayıcı unsuru, yardımcısı, eşi, annesi, kardeşi. Türün ötekisi…

Öteki olduğu için mi yoksa böyle kabul edilip, ettirildiği için mi kadının maruz kaldığı bu ayrım? “Tanrı bile ayırdıysa sizi, biz niye ayırmayalım” mı diyor erkekler acaba? Dünya düzeni erkek erkine tutsak. Çekirdek aileler baba egemenliği üzerine kuruluyor. Soy babanın soyu, soyadı babanın. Reis baba. Baba yoksa ağabey. Başa bir erkek gerekiyor, aile olmanın gün ışığında çıplak kalmamanın, korunmanın insan yerine konmanın anahtarı bu. Zaten "insan yerine konmak" da daha çok "adam yerine konmak" diye ifade ediliyor. Yaşanan çekişmelerde muhatap alınacak bir erkek aranıyor, “Kocanı çağır başımı belaya sokma” deniyor, kocası ya da babası yoksa o baş belaya giriyor. Günümüz şartları ve istisnai haller, bu durumu her ne kadar alt üst ediyor gibi görünse de genel kabul görmüş kural bu ne yazık ki. Çünkü ilk çağlardan beri doğa hatta belki Tanrı güçlüyü seviyor. Daha iri olanını, sesi daha kalın olanını, kasları daha sağlam, bileği daha güçlü olanını. Yani erkeği… Birbirini tanımayan kalabalık gruplar halinde yaşamaya başlandığından beri, toplumlar erkekler tarafından yönetiliyor. Parlamentolara kadınlar usulen alınıyor, yönetimde söz hakkı veriliyor hatta ülkenin başına bile getiriliyor. Ama onlar da yerleşik eril değerlerini kabul etmiş kadınlardan seçiliyor, böylece alışılagelmiş erkek egemen yönetim makyajlanmış bir biçimde devam ediyor. Bu durum itaat eden kadın cinsini bir nevi kutsamak, kendilerine de durumdan paye çıkarmaktan başka bir anlama gelmiyor.

Son zamanların popüler deyimleri de durumu kurtarmıyor. “Bilim insanı” demek o dünyadaki başarılı kadınların takdir görmesi, abartılı biçimde alkışlanması yani kadının ötekileştirilmesinin önüne geçemiyor. Yönetmenler erkek, yazarlar, ressamlar, besteciler. Kadınlar dünyayı erkeklerin gözünden izliyor, okuyor, dinliyor. İçlerine sızabilmiş olanlar ise cinsini hatırlatarak var oluyor. “Kadın yazar” ya da “kadın sporcu” başarısı yapay bir takdirle kutsanıyor. Böylece kadın, dünyada varmış, kararlara katılıyormuş sanıyor kendini. Aradan çıkan üç beş etkin kadının varlığı, "Dünyayı biz de onlarla paylaşıyoruz." avuntusunu yaratıyor. Kadınlar bile isteye bu ötekileştirme sınırlarına kendilerini hapsediyor.

Toprak Ana, doğanın sahibi "Kybele" “Anne olmak yaratmaktır” diye tanrılaştırıyor yine kadınlar kendilerini. "Bütün savaşlar, tüm kavgalar bir kadın yüzünden çıktı aman ne önemli şeyiz" diye böbürleniyor. “Pozitif ayrımcılık” adı verilen kandırmacanın içinde kayboluyor. Aklını şeytana satıp, şeytanla özdeşleştirilmiş olmak bile gurur veriyor kimilerine. Lütfen kimse kendini kandırmasın! Dünya düzeni kadını ikinci tür olarak görmekte ısrar ediyor. Hâlâ birinci ve tek türün bir parçasıyız diyenler şu kavramları, deyimleri, kurumları tekrar gözden geçirsinler: Kadından Sorumlu Devlet Bakanı, Kadın Girişimciler Derneği, Mor Çatı Kadın Sığınma Evi, Kadın Cinayeti, Kadın Yazarlar Derneği, Dünya Kadınlar Günü. Aynı tür iseniz bu özelleştirmeye gerek var mı? Ya da şu sözlere: "Cennet anaların ayağı altındadır." "Her başarılı erkeğin ardında bir kadın vardır." "Kadına kalkan eller kırılsın". Üstelik bunlar sevimli olanlar. Peki ya kötü olanlar? Hemen hemen tüm küfürlerin ana öğesi kim ola? Sonra önemli günler geliyor. Anneler günü, sevgililer günü, kadınlar günü. Anlam ve öneminizi belirten konuşmalar, bildiriler, yazılar. Şiirler, şarkılar. Size alınması gereken hediyeleri bile belli. “Tek taş pırlanta” ile kendinizi değerli hissetmeli, küçük ev aletleri ile vazifelerinizi severek yapmalısınız.

Yarın 8 Mart. Bugün, sokaklarda birer kuru saplı karanfil dağıtılıp, kalan 364 günde kadının insanlığını ve emeğini sömüren bir takım kravatlıların panellerde konuşma yapma günü değildir. 8 Mart, 164 yıl önce yaşanan acı bir günün yıldönümüdür. Bir tekstil fabrikasında greve başlayan 40 bin dokuma işçisinin polis tarafından fabrikaya kilitlenmesi ve sonrasında çıkan yangında işçilerin fabrika önünde kurulan barikatlardan kaçamaması sonucunda can veren 129 kadının, can vermesiyle sonuçlanan olayın yıldönümüdür. Kadının değil insan emeğinin yakıldığı bir günün adına Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilen bir anma günüdür.

Özelleştirilen hiçbir şey birincil, ana ve tekil değildir. Kimse kendini kandırmasın! Emeği bile kadın-erkek olarak ayıran zihniyet, insanlığınıza bir kıymık gibi batmıyorsa, yukarıda bahsettiğim "öteki tür" tanımını da kabulleniyorsunuz demektir.