24 Haziran seçimlerinden üç gün önce CHP’nin cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce TÜSİAD’ı ziyaret etti ve toplantı öncesi yaptığı açıklamada “Demokrasisi düzgün işlemeyen, hukuk devleti olmayan, mahkemeleri bağımsız olmayan bir Türkiye güven veremez. Yerli yatırımcıya da, yabancı yatırımcıya da güven veremez” dedi.
Benzer bir ziyareti HDP de -Demirtaş içeride olduğu için- bir heyetle gerçekleştirdi ve toplantının ardından bir açıklama yapan Sezai Temelli, “Türkiye hızla demokrasi sorununu aşmak zorundadır. 24 Haziran seçimleri bu anlamda Türkiye için büyük bir önemi sahiptir. Türkiye demokrasi sorununu aşabilirse, diğer bütün sorunların çözümü için de önemli bir başlangıç yapacaktır” dedi.

Her iki ziyaret de ve her iki konuşmadaki vurgu da iki şeye işaret ediyor: Birincisi, CHP de HDP de TÜSİAD’ı, yani Türkiye büyük burjuvazisini demokrasi mücadelesinde bir müttefik olarak görüyor. İkincisi ise gerek sosyal demokrasi gerekse de radikal demokrasi, siyasete sınıf penceresinden, sınıf mücadelesi ekseninden, emek-sermaye çelişkisi üzerinden bakmıyor, ikisinin de sermaye düzeniyle gerçek bir derdi bulunmuyor.

Peki TÜSİAD, yani sermaye sınıfı için demokrasi herhangi bir anlam ifade ediyor mu? Geçen günlerde eski Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz, Mahfi Eğilmez’in baskılar neticesinde NTV’den ayrılması üzerine sosyal medya hesabından yaptığı açıklamada, “Sermaye sahibi Türk burjuvazisi hiçbir zaman demokrasiden yana tavır almadı” demişti. Tespiti doğru olsa da Durmuş hatalı bir kabulden, yani dünyanın başka yerlerinde burjuvazinin demokrasinin yanında olduğu, demokrasi talep ettiği kabulünden yola çıkıyordu.

Oysa bu doğru değildir, yani dünyanın hiçbir yerinde sermaye sınıfı “kendiliğinden” demokrat olmaz, demokrasi talep etmez. Demokrasiyi bugünkü haline getiren, sözü edilen ülkelerin işçi sınıflarının, emekçilerinin, halklarının mücadeleleri olmuştur. Burjuvazi dünyanın hiçbir yerinde hiçbir demokratik ya da sosyal hakkı kendiliğinden kabul etmemiş, halka durup dururken bahşetmemiş, tüm bunlar toplumsal mücadelelerinin neticesinde gerçekleşmiştir.
Dolayısıyla Türkiye sermaye sınıfı da, alttan bir basınç olmadıkça ve emekçiler taleplerini örgütlü, güçlü bir şekilde dile getirmedikçe, sosyal ve siyasal haklar konusunda adım atmayacak, demokrasiye değil, kârını nasıl çoğalttığına bakacaktır. Burjuvazinin talep ettiği şey, demokrasi ya da hukuk devleti değildir; burjuvazi mülkiyetinin garanti altında olmasını, özel mülkiyete dokunulmamasını ister. Demokrasi de hukuk devleti de bunun için bir araçtır. Velhasıl, sermayenin demokrasiye ve hukuka bakışını kendi sınıfsal çıkarları belirler.

Bu nedenle, daha önce defalarca bu köşede yazdığımız üzere “laik sermaye” diye bir şey olmadığı gibi, sermayenin demokratik bir Türkiye istediği de palavradan ibarettir. Nasıl ki Türkiye sermaye sınıfının mensuplarının kendi özel dünyalarında seküler yaşamlar sürmeleri sermaye sınıfını sınıfsal çıkarları adına dinselleşmiş bir Türkiye istemekten alıkoymuyorsa, aynı şekilde mülkiyetleri için talep ettikleri güvence de sermaye sınıfının demokrasi yanlısı olduğu, demokrasi istediği anlamına gelmez; otoriterleşme, grevlerin yasaklanması örneğinde olduğu gibi, gayet işe yarardır sermaye sınıfı için.

Unutmamalıyız ki, bugünkü otoriter-dinsel rejim, her şeyden önce sermayenin çıkarları adına ve sermayenin desteğiyle kurulmuştur. Cumhuriyet’in kazanımlarının birer birer yitirilmesinin gerisinde sermayenin sol düşmanlığı, emek düşmanlığı vardır. Bunu çok açık ve net bir şekilde görmek gerekir ki bu rejime karşı nasıl muhalefet edileceği de doğru bir şekilde görülebilsin; kimlerin müttefik, kimlerin hasım olduğu doğru bir şekilde anlaşılabilsin.

Yarın yeni rejimin ilk resmi kabinesi açıklanacak. Havada uçuşan isimlere bakılırsa Türkiye bir şirket gibi yönetilecek, sermayenin temsilcileri doğrudan kabinede yer alacaklar, arkasından da Türkiye kapitalizmini krizden çıkarmak için adı konulmamış bir IMF programı yürürlüğe konulacak. Şirketleri ve bankaları kurtarmak için krizin faturası işçilerin, emekçilerin, çalışanların sırtına yıkılacak. Hayat daha da pahalılaşacak, vergiler daha da artacak, alım gücü azalacak, işçiler işlerini kaybedecek, işsizler iş bulamayacak.

İşte tam da bu noktada, sosyal demokrasiyle radikal demokrasinin dışında, üçüncü bir seçeneğe, dünyaya ve Türkiye’ye emek-sermaye çelişkisi üzerinden bakan, emekçilerin çıkarlarını savunan, emekçileri siyaset sahnesine taşımayı amaçlayan, gerçek bir sol siyasete ihtiyacımız var. Kapitalizmin krizinin derinleşeceği, sermayenin daha da çok saldırganlaşacağı ve emekçilerin giderek daha da yoksullaşacağı bir konjonktür, sol seçeneğin güçlenmesi, solun halkla ve halkın solla buluşması için bir fırsat anlamına geliyor. Bu konjonktür doğru değerlendirilir, bu fırsat doğru bir şekilde kullanılırsa, siyaset sahnesine yeni ve güçlü bir aktörün, solun çıkması engellenemeyecektir.