Hemingway’in ‘Yaşlı Adam’ına selamla başlayan bir kısa roman, ‘Balıkçı ve Oğlu’. Zülfü Livaneli, merhameti, sevgiyi ve vicdanı tutkunun önünde koşturarak kaleme aldığı bu yepyeni romanıyla bugünden yarına bir miras bırakıyor.

Tutkunun önünde koşan merhamet

HANDE ÇİĞDEMOĞLU

Ernest Hemingway’in ‘Yaşlı Adam ve Balıkçı’ (‘İhtiyar Denizci’) adlı kitabı, yazılmasının üzerinden onlarca yıl geçse de dünyada pek çok okurun dimağında taze bir meltem gibi yer eder. Bilindiği üzere romanda, yaşlı bir balıkçının okyanusta yalnız geçen birkaç günü anlatılır. Kayığıyla sefere çıkan balıkçının oltasına, hayatının vurgunu olacak çok büyük bir kılıç balığı takılır. Yaşlı adam onu sürükleyen balıkla birlikte günler geçirir. Okyanusun ortasında, ne açılan yaralarının acıları, ne yaşlılığının getirdiği engelleyemediği bedensel arazları, ne açlığı, ne susuzluğu, hiçbir şey onu yıldırmaz. Böylece Hemingway, insanoğlunun sahip olduğu azim, umut, çaba, hayal kırıklığı gibi zamandan ve mekândan bağımsız duygularla yol alarak, yapıtını zamanın üzerine taşır. Bütün bu duyguların yanında belki de gözümüze çarpan, içimize işleyen duygu tutkudur. Bu bağlamda romanı Ernest Hemingway’in, kendi tutkulu yaşamının doğal bir yansıması olarak anlamlandırılabiliriz. Öyle ya, hangi yapıt sanatçının kendi karakteri, yaşamı, hayat görüşü hatta yaşadığı ülkeden bağımsızdır?

İşte bugün karşımızda, temaları açısından şimdiki zaman romanı gibi görülse de, içinde barındırdığı değerler bağlamında zamanın ötesinde değerlendirilecek bir roman var. ‘Balıkçı ve Oğlu’.

Zülfü Livaneli’nin onlarca yıldır müziği, edebiyatı ve yaptığı işlere yansıyan hayat duruşunu bilenler, yapıtlarında bu izleri bulmadığı zaman şaşırır. Sanatçının uzunca bir aradan sonra yazdığı, İnkılap Yayınevi’nin okur ile buluşturduğu bu romanda da onun vicdanlı, farkındalıklı, cesur, sevgi ve merhamete dönük kimliğinin edebi yansıması ile karşılaşıyoruz.

Hemingway’in ‘Yaşlı Adam’ına selamla başlayan bir kısa roman, ‘Balıkçı ve Oğlu’. Sandalı ile gezdirdiği turistten bu romanın hikâyesini dinleyen ve buna yüz çeviren başka bir balıkçının, Mustafa’nın romanı. Öyle ki “Sevmedim ben o adamı, bana uymaz, iyi bir balıkçı değilmiş” diyor genç balıkçı, “Madem o kılıç o kadar harika bir balıkmış, madem günler geceler boyu can teslim etmemek için savaşmış, o balıkçı da oltayı kesiverip, hadi aslanım yaşamayı hak ettin, helal olsun sana bu denizler demeliydi. Bazen koca bir balık yakalarsın beyim, tam sandala çekerken göz göze gelirsin mübarek hayvanla, sana öyle acıklı bakar ki kıyamazsın, denize salarsın gerisin geriye.” Bu sözler, romanın baş kahramanının karakterini açık eden sözler. Mustafa, oğlu Deniz’i denizde yitirmiş bir baba, genç Mesude’nin kocası, kavruk Ege köyünün çocuğu. Fırtınalarını kalbinde yaşayan, çığlıklarını içine bağıran, denizle birlikte soluk alan, onunla bütünleşmiş bir balıkçı. Kolay mı ki evlat acısı, üstelik henüz yedisinde ellerinden kayıp gitmiş, elini uzatmış tutamamış, aramış bulamamış. Kolay mı isyan etse edemez, kızsa kızamaz, katil dese diyemez. Ne Mesude Mustafa’ya, ne Mustafa denize. Alın yazısıdır der susarlar. Suskunlukları küskünlükten gelir. Mesude, Mustafa’ya, Mustafa denize ve dahi bütün dünyaya. Görev icabı denize çıkar balıkçı, görev icabı nefes alır, görev icabı sever, görev icabı yaşar. İnsanlık da görevdir Mustafa için. Merhamet, vicdan, iyilik, sorumluluk insanlıktır. Gerektiği kadar alır denizden. Oğlunu da alsa deniz nimettir. İçindekiler dost. Mustafa dipteki kayalara sarılmış plastik ağları çıkarır, çiftliklerde hapsolmuş mahkûm balıklara acır. Hem yunus dostları vardır onun, isim koyduğu orfozu, hasbihal ettiği balıkları. Sahiplenmez Mustafa. Kibirlenmez, haddini bilir.

“Denizciler suyun, yelin, bulutun, şimşeğin dalganın çok güçlü, insanınsa aşırı derecede aciz olduğunu bilerek yaşadıkları için doğaya karşı kent insanlarından daha saygılıdırlar. Deniz bereketin de kaynağıdır belanın da. Herkesin gördüğü mavilik, denizin devasa bedenini saklayan tenidir; esen yelle başlayan kıpırtılar ise uykudan uyanışıdır deryanın.”

Sonra deniz bir emanet getirir Mustafa’ya, belki bir hediye. Saçı, gözü, kirpiği, bahtı kara bir bebek. Bu canın, sebebine tekrar hayata tutunur balıkçı. Pusulasındaki doğu, batı, kuzey, güney birbirine karışır. Tüm yönler, bu denizden gelen evlat namzetine döner. Mesude’yle tekrar ana-baba, karı-koca, köyde arkadaş, denizde evine rızık taşıyan adam olmak ister Mustafa. Bu hayal, sancılı geçecek zamanlardan sonra ancak Zilha’nın rızasıyla olacaktır.

Livaneli, önceki yapıtlarında alışkın olduğumuz üzere, karakter yaratmada usta bir kalem. Onun romanlarının başarısı karakterleri ile okuru birbirine dokunmasını sağlamaktan geliyor diyebiliriz. Roman, göç sorunundan, doğa yıkımına, mübadeleden, rant kavgasına kadar pek çok temayı ayrıntılı bir biçimde işliyor. Ancak bu güncel meseleler, koşulların karakterleri etkilediği ölçüde hayata geçirilmiş. Hiçbiri başlı başına işlenen, birbirinden bağımsız yapıda değil. Tıpkı yaşadığımız toprakların tarihi, örfü, ananesi, alışkanlıklarının yaşam tarzlarımızda yarattığı biçimler gibi bugünün dünyasında yaşadığımız sorunlar da hayatımızı şekillendiriyor. Bu durum, romanı mesaj kaygısı içeren biçimden çıkarıyor, insan kalbini, ruhunu, hayatını etkileyen bir faktör halinde gözler önüne seriyor. Bu bağlamda romanın aslen kadınlık, erkeklik, ebeveynlik, yarenlik, vicdan, sevgi, merhamet, sorumluluk gibi yüreğimize dokunan insani değerler üzerine kurgulandığını söyleyebiliriz. Özellikle Mustafa ve Mesude’nin ilişkisi nezdinde aile kavramı üzerine derin bir okuma yapılabilecek yapıya sahip. Romanın sonunda ise okuru derinden etkileyen emanet edenle edilen arasındaki görünmez, sessiz, kuvvetli bağ ise kadın dayanışması üzerine sayfalarca yazılacak metinlerden çok daha etkili.

Günümüzde hayatımızın pek çok karesinde yer alan, bir habis ur çirkinlik, bayağılık ve özensizlik. Ne yazık ki bu izleri günümüz edebiyat yapıtlarında da görmek mümkün. Özellikle dil ve anlatımda yalınlık ve basitlik arasındaki keskin sınırın basitlik tarafına doğru ihlaline şahit olmaktayız. İyi ki karşımızda bu çizgiyi bilen ve ustaca çizen yazarlar var. Livaneli de bu ustalığın bayrağını taşıyan bir isim. Yazar, Kant’ın “Anlama yetisi ile hayal gücü arasındaki uyum” olarak tanımladığı güzelliğin dile yansıdığı, edebiyatta estetik olguların önemsendiği bir yapıt yaratmış. Romanında kimi yerlerde şiirsel bir dil kullanarak, yaratıcı ve canlı betimlemeler seçerek, hakikati algıyla resmederek güzelliğe ulaşan bununla birlikte yoğun duyguları trajedi unsuru haline getirmeden ancak olanca kuvvetiyle veren yalın bir üslup benimsemiş. Böylece edebiyatı meseleli bir sanat olarak gören bir kalemden, okurun gözüyle, yüreğiyle, aklıyla okuyacağı, estetik dokunuşlarla bezeli, yaşayan, capcanlı ve anlamlı bir roman ortaya çıkmış.

Zülfü Livaneli, merhameti, sevgiyi ve vicdanı tutkunun önünde koşturarak kaleme aldığı bu yepyeni romanıyla bugünden yarına bir miras bırakıyor. Sanatçı ve düşünür kimliğinin sorumluluğunu, okurlarına edebi bir lezzet bırakarak yerine getiriyor.