Ayakkabılara dokunup, dokunup bırakıyordum… Gözüme “Hak, Hukuk, Adalet” diyerek, Adalet Yürüyüşü’nde giydiğim ayakkabılarım ilişti. Onları aldım, bir çırpıda ayağıma geçirdim. Ailemi geride bırakarak, dışarıya doğru yürüdüm. Sanki o “Hak, Hukuk, Adalet” seslerinin görkemli uğultusunu duyuyordum.

Tutuklu TTB Yüksek Onur Kurulu üyesi Dr. Şeyhmus Gökalp yazdı: Adalet ayakkabıları

Şeyhmus Gökalp

‘Görülmemiş’ bir mektup bu, lütfen zarfı açın ve ilk satıra doğru derin bir nefes alıp ilerleyin.

Ülkemizde bir çırpıda, terfi etmenin iktidar yanlılarına mahsus olduğunu düşünüyorsanız bilin ki kocaman bir yanılgı içindesiniz. Çünkü AKP’li olmadığım halde son günlerde kariyer basamaklarını şipşak tırmananlardan biri de benim. AYM hâkimi gibi adilane, Boğaziçi Rektörü gibi liyakatla terfi etmiş bulunuyorum.

İstirham ediyorum, demokratik olsa bile gürültü ve şamata istemiyorum. İtiraz da istemiyorum. Sadece dinleme ve alkışlama hakkınız bulunuyor. Topluca konuşmanızı istemediğim gibi tek tek konuşmak da yok. Aramıza sızmış bir “teröristi” her an yaka paça enseleyebilirim. Herkes yanındakine de mukayyet olsun. Bundan böyle her koyun kendi bacağından asılmayacak. Unutmayın ki tek hakkınız var, o da susma hakkıdır.

İnanmayacaksınız ama iktidar yanlısı olmadığım halde, Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi üyeliğine seçildim. Anayasa’yla görev ve sorumlulukları belirlenmiş, meslek örgütümü yönetmeye… Bunda yıllardır iyi hekimlik uğruna verdiğim bir ömürcüğün de rolü olabilir. Çok üstünde durmayın. Nelere ömür veriyoruz ve gerçekleşmiyor… Ben şanslıydım.

Balkonda alkışlandım

Artık bu kadar da olmaz diyeceksiniz. Yine AKP’li değildim. TTB Yüksek Onur Kurulu üyeliğine seçilmiştim. Dünyada Covid-19 salgını belası ve ölüm vardı. Salgın boyunca canla başla toplum sağlığı için çabaladım. Öyle ki bir ara balkonlardan da alkışlandım.

20 Kasım sabahıydı. Gökte karabulutlar yerde ise karanlıktan esen soğuk bir yel vardı. Bir hukukçu olan sevgili eşim her zamanki şefkatli ses tonu ile “Canım uyanmalısın polisler kapıda” dedi. Kalktım, elbiselerimi hızla düzeltip kapıya gittim. Ardına kadar açık olduğu halde, davet edilmeden içeri girmeyen misafir nezaketiyle bekliyordu polisler. Benzer bir nezaket, mahmurluk ve şaşkınlıkla “Hoş geldiniz buyurmaz mısınız” dedim. Polis şefi elindeki “arama ve gözaltına alma” kararını şimşek hızıyla gösterip geri çekti. Israrımız üzerine belgenin benle ilgili kısmını göstermek zorunda kaldı.

“Adı soyadı: Şeyhmus Gökalp

İsnat edilen suç: Şüpheli S. T. Ö. Ü.” yazılıydı… Biz hekimler tıpta kısaltmaları severiz ve birçok hastalığın kısaltması hızlı iletişim biçimimizdir. Bu kısaltmayıysa ilk bakışta çözememiştim. Zaten insanları yaşatmaya yemin etmiş bir hekim nasıl anlasın? Silahlı terör örgütü üyesi olmakmış!
100 promil bir şaşkınlık içindeydim. Ailecek, gözaltı rehabilitasyon müdavimlerinden olduğumuz için elimiz ayağımıza dolanmadı. İlk yapmamız gerekenlerin bir çay demlemek, çocukları uyandırmadan arama faslını atlatmak ve en hızlı eve yetişebilecek bir kardeşe haber vermek olduğunu biliyorduk. Arama, tarama ve bir şey bulamama safhası yaklaşık bir saat sürdü. Ancak bu esnada iki ilginç şey yaşandı. Biri; kaba ve uzun sakallı olan polisin, aile fotoğraflarımızı merakla ve ısrarla karıştırma isteğiydi ki kendisine “Kardeş, özel aile fotoğraflarımızı niye karıştırıyorsun?” dedim. O da kaba, üstenci ve hiddet dolu bir edayla “Nereden kardeş oluyoruz, ben kardeşin değilim” dedi. İncinmiş olabileceğini düşünerek “Seni incitmek için söylemedim, hem kardeş tabiri incinecek bir tabir değil” diyerek bir tür gönlünü aldım. Gerçekten de incinmişti. Bir uçurumun iki ayrı yakasındaki, iki ayrı insan gibi duygularımızın nasıl da farklı olduğunu anlamıştım. Ben de buna üzüldüm.

Diğer ilginç olay ise evdeki gürültüden dolayı uyanan büyük kızım Sarya’nın bir sorusu ile ilgiliydi. Beni, yanımda yabancı biriyle giyinik halde görünce “Baba ne oldu, nereye gidiyorsun” diye sordu. “Güzel kızım, polis amcalar birkaç soru sormak için beni götürmeye gelmiş” dedim. Sarya’nın polise şüpheliymiş gibi odaklanan bakışlarını fark ettim. Yanına çömelip yanağını öptüm. Kötü duygularını ve düşüncelerini bir kenara bırakması gerektiğini hissettirmek için sıkıca sarıldım. Yanından ayrılırken de boynunu kokladım. Polisin ise bir çocuğun kendisine “şüpheli” biri gibi yaklaşmasından rahatsız olabileceğini düşünüp “Çocuk işte” dedim. Polis ise “Keşke, polisler beni almaya gelmiş demeseydiniz, büyüdüğünde polislerden nefret edecek” dedi.

İçimden “Bu polisler ne acayip” dedim. Biri kardeş dediğim için incinirken; öbürü gözleri önünde babasını götürdükleri halde çocukların kendisinden nefret etmemesini isteyebiliyor. Oysa gerçek çok yalındı.

Sıra ayakkabı giyme faslına geldi

Koridordan geçerek Ranya’nın odasına vardığımızda, Ranya’yı işaret ederek “Şanslı gününüzdesiniz, uyansaydı, filozofça sorularıyla emdiğiniz sütü burnunuzdan getirirdi” dedim ve odadan çıktık. Polis merak içinde “Ne sorardı mesela” dedi. “İfadeni burada alsalar, soruları burada sorsalar olmaz mı?” derdi. “Sorular sadece gece mi sorulur, seni çağırsalar giderdin zaten baba, korona salgınında doktorları polisler neden götürür, baba gibi birçok soruyu sorabilirdi” dedim. Polise dönüp “Ne sizin ne de benim bunları izah edecek halimiz olurdu” diye ekledim. Belki de iki baba birbirimize öyle bakıp kaldık… Ve kapıya doğru yürüdük. Evden çıkarken yine sıra ayakkabı giyme faslına gelmişti.

İşte tam o anda benim için dünyanın en büyük sorunu hangi ayakkabıları giyip çıkacağım olmuştu. Tuhaftı ama insan psikolojisi işte… Ayakkabılara dokunup, dokunup bırakıyordum… Beni izleyenler için de anlamsız bir sahneydi, bunu anlayabiliyordum. Sonra gözüme “Hak, Hukuk, Adalet” diyerek, Adalet Yürüyüşü’nde giydiğim ayakkabılarım ilişti. O yürüyüş için almış ve galiba bir kez daha giymiştim. Onları aldım, bir çırpıda ayağıma geçirdim. Adalet için attığımız onca adımı hatırladım, boşu boşuna yürümüş olamazdık… Ve ailemi geride bırakarak, dışarıya doğru yürüdüm. Sanki o “Hak, Hukuk, Adalet” seslerinin görkemli uğultusunu duyuyordum.

Gözaltı merkezine vardığımda, gördüğüm curcunayı anlatamam. Yok yoktu. Rahmetli Aziz Nesin’in ruhu bile vardı. O denli bir curcunaydı. Mesela hayatında ilk kez alınmayı bırakın ilk kez gözaltı merkezine geldiğini söyleyen bir avukat vardı. Uçak kabinine sığmayacak kadar büyük bir bavulla gelmişti.

Çok geçmeden avukat, öğretmen, yumurtacı, yazar, siyasetçi, yoğurtçu, cami imamı, mimar, hasta, hemşire, marangoz, psikolog ve hekimlerden oluşan yetmiş beş kişilik rengârenk bir kalabalığın silahlı terör örgütü üyeliği şüphesi ile gözaltına alındığını gördüm. Sayıca en kalabalık grubu avukatların oluşturduğu bir meslek laboratuvarına getirildiğimi düşündüm. Aslında salgın olmasaydı, neşeli bir ortama evirilebilirdi.

Velhasıl çağrıldığımda gidip ifade verme, bilgi ve belge sunma konumundayken gözaltına alınmıştım. Ancak her nedense ifadem alınmıyordu. Tam iki gün sonra ifade alma işlemi yapıldı.

Niye mi şüphelendim; dönemin TBMM Başkanı Sayın Cemil Çiçek’in anayasa hazırlık çalışmalarına katkılarını almak için resmi olarak davet ettiği Demokratik Toplum Kongresi isimli platformun kamuoyuna da açık olan iki toplantısına katıldığım ileri sürülüyordu. Bir de ömrümde hiç görmediğim, tanımadığım ve 18 yıllık meslek hayatım boyunca hiçbir yerde, hiçbir şekilde birlikte çalışmadığım ve beni tanımayan bir itirafçının yalan beyanları nedeniyle suçlanıyordum. Güncel bir Dreyfuss olayının içindeydim. Sonra da aynı gerekçelerle tutuklandım.

Hak, hukuk adalet

Şimdi sevgili eşimin aldığı “Adalet ayakkabılarım” ayağımda, voltadayım. “Hak, Hukuk, Adalet” seslerini hala duyuyorum, çok uzaklaşmış olamazlar…

* TTB Yüksek Onur Kurulu üyesi/D Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu H1-1 Blok, Diyarbakır