Bu kadar öfkelenmesine bir anlam verememiştim. Altı üstü birkaç kelebekti işte. Dönüp, neden bu kadar öfkelendiğini sordum. Yüzüme, “bilmiyor olamazsın” şaşkınlığıyla bakarak ayağa kalktı; kendisini takip etmemi isteyerek bir çitle çaylıklardan ayrılmış mini bostana doğru yürüdü

Tutunacak bir şarkı mutlaka vardır

Levent Turhan Gümüş - Yazar

Nemli, yapış yapış bir Ağustos ikindisiydi.

Pazar Kültür ve Sanat Evi’nin davetlisi olarak gittiğim Doğu Karadeniz’de, çaylıkların en tepede çakal yavrularıyla arkadaşlık ettiği bir vadide rastladım “vampir kelebekler”e.

Sırtını dağa yaslamış evin önündeki çardakta memleketin ahvaline ilişkin konuşuyorduk. “Eskiden” dedi arkadaşım, “Çok değil, sekiz on yıl öncesine kadar vadinin karşı yamacına sıra sıra dizilmiş şu çok katlı binalar yoktu, hep yeşillikti oralar, hangi arazi kime ait bilirdik. Bir şey oldu sonra; yeşil tepelerin bağrı ardı ardına kepçelenerek kazıldı, en tepelere kadar beton asfalt yollar yapıldı ve peşi sıra bu doğaya, yeşile hiç yakışmayan şu ucubeler dikildi. ‘Fena mı oldu, çamurdan bataktan kurtulduk’ dedi bazı vatandaşlar ama işin aslının astarının öyle olmadığı kısa sürede anlaşıldı. Geçmişini bildiğimiz, kahvede miskin miskin oturan bazı insanlar son model jiplerle çarşıya pazara gelip gider oldu. Menderes aşığı iktidarın temsilcileri, derin vadilerle bölünmüş bu coğrafyada dini imanı para olan milyonerler yarattı. Yol gelince, mevcut evler yetmez oldu nedense. İhtiyaç olmadığı halde yamaçlara, dere yataklarına çok katlı evler yapılmaya başlandı. Çok kısa bir zaman içinde her şeyin ‘beton ekonomisi’ne göre düzenlendiğini gördük, deneyimledik. Sahil yolu balıkçılığı bitirdi, sahil gezmeleri bitti. Betonun ihtiyaç duyduğu taş için dağın göğsünde devasa oyuklar açıldı. Açılan yollarla birlikte doğal bitki örtüsü bozuldu. Şiddetli her yağmuru elimiz böğrümüzde acaba şimdi hangi yamaç aşağıya akacak, heyelan nereleri çökertecek, sel hangi köprüleri kopartıp önüne katacak diye izler olduk.”

Arkadaşın eşi, şaka yollu, “bu kadar siyaset yeter, çay molası” diyerek araya girmese muhabbet nerelere varacaktı kim bilir. Sağlık sorunlarıyla ilgili dertleşme daha ilk bardaklar bitmeden tükenmişti. Havasından mı suyundan mı yoksa yorgunluğu alıp götüren demli çayın etkisinden mi nedir siyaset bahsi ikinci bardakla birlikte yeniden koyulaşmıştı ki, ‘İstanbullu misafirler’le sohbet için gelen yan komşu, “dağı taşı, mısırı, inciri, kiviyi yediniz doymadınız, şimdi de beni mi yiyeceksiniz” diye söylenerek ayağa fırladı. Gece kelebeklerini anıştıran birkaç böcek havalanarak çardağın tavanına kondu. Başımı tavana doğru çevirdiğimde çok sayıda kanatlı böceğin çardağın tavanından bize baktığını gördüm.
Bu kadar öfkelenmesine bir anlam verememiştim. Altı üstü birkaç kelebekti işte. Dönüp, neden bu kadar öfkelendiğini sordum. Yüzüme, “bilmiyor olamazsın” şaşkınlığıyla bakarak ayağa kalktı; kendisini takip etmemi isteyerek bir çitle çaylıklardan ayrılmış mini bostana doğru yürüdü. Yukarıya doğru uzanan yaprakları kararmış bir sırık fasulyesinin önünde durdu. Görüntü inanılmazdı. Yaprakların üstü böceklerden gözükmüyordu. İncir yaprakları ve dalları üzerindeki görüntü daha da vahimdi. Bostanda yeşil olan ne varsa, küçük büyük, dallı yapraklı, meyveli meyvesiz tüm bitki ve ağaçların üstü bu kanatlı tuhaf böcekler tarafından istila edilmişti. Bir an, Hitchcock‘un kuşlar filminin uyarlamasındaymış gibi hissettim kendimi. Bu tekinsiz böcekler ansızın havalanıp kara bir bulut gibi üstümüze çökecek, işlerini bitirdiklerinde bizden geriye bir deri bir kemik kalacaktı.

Arkadaşın seslenmesiyle daldığım kabustan uyandım.

Karadenizdeydik, hava yeniden yağmura dönmek üzereydi ve yanında laz böreğiyle içilmemiş her bardak çay, kelebek ya da artık her neyse bu yaratıklara bırakılmayacak kadar kıymetliydi.

Çardağa geri döndüğümüzde “kelebeğe benziyor ama sanki başka bir şey, nedir bu” diye sordum. “Vampir kelebekler” dedi komşu, “biz öyle diyoruz; dokunduğu, üstüne konduğu her şeyi soğurup bırakıyor, hayat özsuyunu emip tüketiyor”.
Kısa bir internet taraması sonrasında vampir kelebeklerin görünümleri dışında kelebek familyasıyla bir ilgisi olmadığını öğrenmiştim. Latince ismi, “Ricania Simulans”tı. * Resmi makamlar da bu ismi tercih ediyordu; yalancı kelebek diyenler de vardı ama yöre insanı çevreye verdiği tahribatı daha iyi, daha güçlü anlatabilmek için bu ismi yakıştırmıştı kendisine.
Gecenin sessizliği içinde, onca zarara yol açan onlar değilmiş gibi sessiz sakin hiç kımıldamadan öylece duruyorlardı. Evinde kalacağım arkadaş, kaygılandığımı düşünmüş olmalı ki, “çekinmene gerek yok” dedi, “pencerelerin hepsinde sineklik var!”

Ertesi gün hava hala yapış yapıştı. “Çürük ayı” adına layık bir seyir izliyordu. Nefes almakta zorlanıyordum. Köklerim beni çağırıyordu. Daha yukarılar daha serindi ve kökler daha yukarılardaydı.

tutunacak-bir-sarki-mutlaka-vardir-510819-1.
Bu topraklar ne kadar da mümbit ne kadar da bire bin veren topraklardı. Çok değil kırk yıl önce bu koyaklarda her biri birer cihan parçası kızlar oğullar gezerdi; attıkları her adımla birlikte umut boy verir, uçurum kenarlarında binbir çiçek açardı. Ülkenin geleceğine kast edenler aynı zamanda doğasına, toprağına, suyuna da kast ettiler ve en çok da insanına.



Büyük büyük annemin mezarına geldiğimizde gün akşama dönmek üzereydi. En uç noktaya, vadiyi kuş bakışı gören -az bulunduğu için kıymetli olan- kırmızı karayemiş ağacının dibine çektik arabayı. Yaşlıca bir teyze, evinin önündeki bostanda çalışıyordu. Selam alıp verdikten sonra halini hatırını, geçimini sorduk. “Tadı tuzu yok oğul” dedi, “çay eskisi gibi para etmiyor artık, yetmiyormuş gibi bu meret çıktı başımıza, ne incir bıraktı, ne fasulye ne de domates, kuruttu bizi bu gavur oğlu gavur”. “Kimdir, nedir o” dememize fırsat kalmadan bir bulut kümesi havalanarak karayemişin üzerine kondu.

Vampir kelebekler her yerdeydi.

Canım sıkılmıştı. Karamsar düşünceleri uzaklaştırmak için sanırım başımı uçsuz bucaksız yeşil bir deniz gibi önümde uzanan çaylıklara çevirdim.

Hakkını teslim etmek gerekirdi. Doğu Karadeniz coğrafyası müthiş bir coğrafyaydı. Eksilen dalgalar halinde aşağıya doğru akan çaylıklar, sıfır noktasına ulaştıktan sonra bir an soluklanıp görünmeyen bir gücün itkisiyle aşağıdan yukarıya doğru çoğalarak karşı tepelerde sonlanıyordu. Ve bu hareket, bu kat kat dalgalar halinde alçalıp yükselen devinim göz alabildiğine her yerde, tüm vadi boyunca kendini tekrarlıyordu.

Gözüm en tepeye, henüz çok katlı bina müteahhitlerinin gadrine uğramamış köye takıldı. Acaba orada, adını bilmediğim o köyün bahçelerinde de vampir kelebekler var mıydı?

Sorumun yanıtını kızı entomolog olan bir arkadaş verdi. Hikaye yeni değildi, sekiz on yıllık bir geçmişe sahipti. Rivayet muhtelif olmakla birlikte, yaygın kanaat, bu yeşil zararlılarının Gürcistan’dan gelen kivi fideleriyle birlikte ülkeye girdiği yönündeydi.

Tek ürüne dayalı tarım politikası nedeniyle sıkıntıda olan vatandaş kivi seçeneğini başlangıçta sevinçle karşılamış, çaylıkların bir kısmını sökerek kivilik yapmıştı. Önceleri belli bir bölge ve ürüne musallat olan söz konusu zararlılar, zaman içinde daha kolay emip tüketebilecekleri sebze ve meyvelere yönelmiş, on yıl içinde, sahilden tepelere doğru çıkarak neredeyse tüm Doğu Karadeniz’i istila etmişti.

Çevre bilimciler, özellikle son yıllardaki yaygınlaşmada birçok yanlışın yanısıra iki temel politikanın etkili olduğunu söylüyorlar. Birincisi, akan her ırmağı potansiyel bir HES olarak görüp kurutan zihniyet; ikincisi ise, üzerine kimyasal değmeyen çay efsanesini sürdürme saikiyle ilaçlamadan kaçınılması.

Çağıldayarak akan o güzelim dereler bir gıdım enerji için kurutulunca, dere kenarlarını mesken tutmuş, bu türden zararlılarla beslenen başta yusufçuklar olmak üzere bir dolu börtü böcek, başka memleketlere, başka dere kenarlarına göçmüş; onların yokluğunda da vampir kelebekler rahatça üreyip çoğalmışlar.

Diyalektik. Her şeyin birbirine bağlı olduğu kuralı hem doğada hem toplumsal yaşantıda her an her yerde kendini hissettiriyor. Yalancı kelebeklerin vampir kelebeklere dönüşmesiyle, ülkemizin son on beş yirmi yılını kabusa çeviren neo liberal politikalar ve her türlü kötülüğü allaha havale ederek tevekkülle karşılanması gerektiğini telkin eden siyasal islamcılık arasında sıkı bir ilişki olduğunu söylemek mümkün. Yaşanan herhangi bir sorunun hızla bir felakete dönüşmesi durduk yerde olmadı. Ne her yıl Karadeniz’de tekrarlanan sel felaketleri durup dururken oluyor ne katliam gibi tren kazaları ne maden faciaları ne de iş cinayetleri. Olan biten her şey, iktidar imkanlarının getirdiği muhterislikle, kar için her türlü kötülüğe yol verebilen kapitalist zihniyetle ilgili.

Bütün bu yaşanılanlarla devletin 12 Eylül politikaları arasında bir bağlantı var kuşkusuz. Emperyalist odaklar ve ülkedeki işbirlikçilerinin adım adım tezgahladıkları bir sürecin sonunda geldik bugüne. Gerçek bir muhalefetin ve örgütlü halk güçlerinin yokluğunda, tarihsel milliyetçi ceberrutlukla siyasal islamcı gericilik el ele verip memleketi çölleştirdiler. Siyasi olarak da sosyal ve kültürel olarak da çoraklaştık, kuruduk. Oysa bu topraklar ne kadar da mümbit ne kadar da bire bin veren topraklardı. “Çok değil kırk yıl önce bu koyaklarda her biri birer cihan parçası kızlar oğullar gezerdi; onlar bizim Yusufçuklarımızdı. Attıkları her adımla birlikte umut boy verir, uçurum kenarlarında binbir çiçek açardı.” Ülkenin geleceğine kast edenler aynı zamanda doğasına, toprağına, suyuna da kast ettiler ve en çok da insanına. Ellerinin değdiği her şeyi, iyi, güzel hasletleri, vampir kelebekler gibi kurutup çürüttüler.

Dağa yukarı çıkarken alıyoruz sel felaketiyle ilgili haberi. Düğün kutlaması sırasında sıkılan bir kurşunun balkonda oturan bir kadına isabet etmesi haberine, hayvancılıkla geçinenlerle turistik yoğunluğu ticari fırsata dönüştürmek isteyenler arasında çıkan kavga haberi eşlik ediyor.

Karanlık bir ormandan geçiyoruz. Sisle birlikte yağmur bastırıyor. Sağ yanımız uçurum. Her an heyelan olabilir, kopan kaya parçaları yolu kapatabilir. Bunu bilmemize rağmen döne döne, kıvrılarak yükselen yolun çağrısına uyuyoruz.
Git git bitmiyor, ne zaman bitecek bu yol derken sis içinden bir Yusufçuk havalanıyor. “Geldik” diyor arkadaşlardan biri, “vatandaş horona durmuş bile!”

“Gelsun mi” diyen sese doğru yöneliyoruz.
Yusufçukları, yıllar sonra uçurumlarına selam durduğum memleketimi, oralarda bir yerlerde olduğunu bildiğim, her biri bin derde derman su gözelerini düşünüyorum.
“Tutunacak bir şarkı mutlaka vardır” dizesi düşüyor aklıma.
Sis içinde uzaklaşan arkadaşlara bakıp mırıldanıyorum:
“Tutunacak bir şarkı mutlaka vardır, şarkılar ve insanları şaşırma”. **
Ansızın kalkıyor sis.
Kendini horonun ritmine kaptırmış bedenlerin coşkusu umuda ulanan yolu açık ediyor.
“Horon iyidir” diyorum, “Horon hayattır.”
“Horona duralım!”

*Ana vatanı Kuzey Çin ve Japonya olduğu için “Ricania Japonica” olarak da bilinir.
** Emirhan Oğuz.