Derin ve özenli bir araştırmanın ürünü olan 'Ölülerle Konuşmak', özgün ve dengeli iddiası ile de dikkat çekiyor. Meltem Gürle ile kitabını, Oğuz Atay’ı ve edebiyatı konuştuk

Tutunamayanlar devrimci bir kahkahadır

DOĞUŞ SARPKAYA

Fotoğraf: Zehra Derya Koç

BirGün Pazar’daki denemeleriyle geniş bir okuyucu kitlesine ulaşan Meltem Gürle’nin, Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ını Batı Kanonu ile birlikte okuduğu eleştiri kitabı Ölülerle Konuşmak geçen günlerde İletişim Yayınları'nca yayımlandı. Meltem Gürle ile kitabını, Oğuz Atay’ı ve edebiyatı konuştuk.

» Kitabın Ölülerle Konuşmak geçtiğimiz günlerde yayımlandı. Kitabın yayımlanma öyküsünü anlatmak ister misin?
Ölülerle Konuşmak, 2006’da yazmaya başladığım ve 2008’in ilk ayında teslim ettiğim doktora tezinin kitaplaşması neticesinde oluştu. Önce Peter Lang yayınevi tarafından basılan bu metin, 2014'te İletişim Yayınları’nın dikkatini çekti. İletişim’in editörlerinden Bahar Siber tezle ilgili benimle konuştu ve bunu Türkçe yayımlamayı düşünüp düşünmediğimi sordu. Bu projeye onay verdikten sonra, orijinali İngilizce olan bu metnin bir taslak çevirisi hazırlandı. Ben de bu metin üzerinden çalışıp kitabı akademik olmayan okuyucunun da kolayca takip edebileceği bir hale getirmeye çalıştım. Sonuçta, elinizdeki kitap ortaya çıktı.

» Oğuz Atay, Türkiye’de 90’lardan bu yana gözde araştırma konularından biri oldu. Atay ile ilgili çalışma yaparken kendinden önceki akademisyenlerin ya da eleştirmenlerin yükünü omuzlarında hissettin mi?
Hissetmez olur muyum! Oğuz Atay Türkiye’nin en önemli yazarlarından biri. Tutunamayanlar da bir kült kitap. Hem romana sadakatle bağlı olan okur kitlesi açısından hem de vaat ettiği zengin okuma olasılıkları düşünüldüğünde böyle bu. Bu konuda şimdiye kadar kalem oynatmamış eleştirmen ve akademisyen bulmak zor. Berna Moran’dan Yıldız Ecevit’e, Jale Parla’dan Nurdan Gürbilek’e, benim de çok saygı duyduğum ve zevkle okuduğum birçok eleştirmen Tutunamayanlar’a dair yazmış çizmiş. Bu kadar önemli bir metinle uğraşırken, insanın kendinden önce yazılmış olanların getirdiği yükü ve sorumluluğu hissetmemesi olanaksız. Ancak, Ölülerle Konuşmak’ta da yazdığım gibi, Oğuz Atay’ın romanı, aynı James Joyce’un Ulysses’i gibi, kendi etrafında edebi bir hale yaratıyor. Bence edebi dehadan kaynaklanan bu çok parlak halenin içinde, türlü çeşitli renkten ve sesten ibaret başka konuşmaların oluşması kaçınılmaz bir şey. Kitabın kendisi gibi, etrafında şekillenen bu konuşmalar da tüketilemez bir metne ve her biri birbirinden farklı yeni okumaların mümkün olduğuna işaret ediyor. Bana ilham veren de bu oldu.

» Peki bunu nasıl aştın?
Çok çeşitli okumalara meydan veren, çok zengin bir malzeme barındıran bir kitapla karşı karşıya olduğumu bilmek bu işe daha bir cesaretle sarılmama neden oldu. Bir de şu var, romanın kendinden önce gelen edebi gelenekle kurduğu diyaloğa odaklanırken, ben de bu kitabın etrafında oluşan eleştiri geleneğiyle bir diyalog içinde olduğumu hep aklımda tuttum. Dolayısıyla, bir yandan Oğuz Atay’ın Shakespeare ile ya da Dostoyevski ile konuşmasını takip ederken, bir yandan da yaptığım okumayı benden önceki tartışmalarla bağımı yitirmeden yürütmeye çalıştım. Edebiyat eleştirisi uzun bir konuşma gibidir. Bu konuşmaya bir yerinden katılabildiysem ve bunun neticesinde özgün bir metin çıkarabildiysem ne mutlu bana!

» Tutunamayanlar ilk çıktığında toplumcu gerçekçiler küçük burjuva aydının özenti boğuntusunu gördüler onda. Sonrasında ise tartışma ulusal alegori kavramlaştırması içine sıkıştı kaldı sanki. Bir okur olarak Atay senin için ne ifade ediyor?
Tutunamayanlar’a genellikle yakıştırılan bunaltının aksine, ben çok eğlenmiştim bu kitabı ilk kez okuduğumda. Bunaltı bence yaşadığımız coğrafyadan geliyor. Tutunamayanlar da bu bunaltıyı alıp ondan çok devrimci bir şey çıkarıyor: Kahkaha. Bu da bizim topraklarda iyice belirgin hale gelen bir özellik. Elemi ve kederi alıp gülmeceye çevirmek. Bu kadar acıyla ve felaketle baş etmenin yollarından biri. Ama bu kahkahayı boş bir mizah olarak okumamak lazım. Romanı incelerken kendi metnimin teorik arka planını Bahtin’e ve onun kahkahaya yüklediği düzen karşıtı anlama dayandırmamın nedeni de buydu. Kahkahanın değiştirici, dönüştürücü ve hatta anarşist gücüne inanan bir kuramcıyı seçmek istedim, çünkü Tutunamayanlar’ın doğasında bunun izlerini gördüm. Elbette bu romanı yalnızca bir komik kitap olarak okumak, onun çoklu ve derin anlamlar barındıran zenginliğine ihanet olur. Ancak, söz konusu anlamları, çoğu kez mizaha (özellikle de ironiye) başvurarak yakalayıp önümüze koyduğunu söylemek herhalde yanlış olmaz.


Kitapla ilgili bir söyleşide, bana Oğuz Atay’ın neden Thomas Bernhard gibi yazmadığı soruldu. Bir entelektüelin meselelerini yine bir entelektüele özgü ağırbaşlılık ve ciddiyetle dile getirmek gerekmez miydi? Thomas Bernhard’ın böyle yazıp yazmadığı meselesi bir yana, bence Atay iyi ki bu sorunun ima ettiği türden asık suratlı bir ciddiyete mahkûm etmemiş kendini. Kendini ciddiye alan her fikre, iktidarını ilan eden her ideolojiye karşı durduğu gibi, bir yazar olarak kendi pozisyonuyla da dalga geçen bir tonda yazmış Tutunamayanlar’ı. Ne olursa olsun, nerede karşımıza çıkarsa çıksın, mutlaklık iddiasının gülünçlüğünü ortaya çıkarmak için yapmış bunu. Bunun da siyasi bir pozisyon olduğunu hatırlamak gerekir. Romana adını veren tutunamayanların pozisyonudur bu. Ben de Ölülerle Konuşmak’ı, romana hâkim olduğunu düşündüğüm bu pozisyonun üzerine kurmayı tercih ettim.

Bir akademisyen olarak Atay’ın romanına yaklaşımım bu eksende şekillendi. Sıradan bir okuyucu olarak ise, kitabın önsözünde de yazdığım gibi, Tutunamayanlar o zamana kadar mutlak doğru olarak kabul ettiğim her şeye kafa tuttuğu için hayatımda bir dönüm noktası sayılır. Yeniyetme bir üniversite öğrencisi olarak sorgusuz sualsiz devraldığım yol haritasına, yani başarmak, ilerlemek ve kazanmak üzerine kurulu modernlik fantezisine, şüpheyle bakmaya başlamam bu kitapla oldu. Lise hayatım boyunca sonsuz tekrarlarla kafama kazınan resmi tarihin çoğunun “resmi” ve pek azının “tarih” olduğu fikriyle ilk kez orada karşılaştım. Türkiye’nin modernleşme projesinin zaaflarına dair de Tutunamayanlar’dan sonra düşünmeye başladım. Fakat herhalde en önemlisi, içinde bana benzeyen insanların yaşadığı, benim dilimle konuştuğu, benim gibi gülüp benim gibi acı çektiği bir kitabın olduğunu görmekti. Belki de bu nedenle, karakteri Selim gibi Oğuz Atay da benim için Türkiye’nin büyük iç sıkıntısını yazının gülleriyle süsleyen bir yazar olarak kaldı. Ölülerle Konuşmak’ı yazmamın esas sebebi de budur: Bu romanla karşılaştığım ilk günden beri, yarattığı dil ve duyguda bana kendimi evimde hissettiren bu yazara borcumu ödemek istedim.

» Moretti’nin modern epik ve Bahtin’in diyoloji kavramlaştırmalarını kullanarak ulusal alegori yakıştırmasını aşmaya çalışırken karşılaştığın zorluklar nelerdi?
“Ulusal alegori,” Fredric Jameson’un gündemimize soktuğu ve “Üçüncü Dünya” diye tanımladığı bölgede yazılan metinleri tarif etmek için kullandığı bir ifade. Jameson çağımızın en büyük kuramcılarından biri ve dünya metinlerini okumaktaki inceliğiyle isabeti malumdur. Ancak, bu meseleyi tartışırken “Üçüncü Dünya” metinlerini sığamayacakları kadar küçük bir çerçeveye sıkıştırmak talihsizliğinde bulunmuştur. Bunu yaparken, bu romanlara atfettiği toplumsallıkla birlikte, onları Batı kanonuna ait metinlere has bir özellik olarak gördüğü evrensellikten mahrum bırakmış ve dar bir okumaya mahkûm etmiştir. Jameson’un bu tezini ilk kez okuduğumda aklıma gelen roman Tutunamayanlar olmuştu. Bu romanla anlarız ki, insanın evrenin geri kalanıyla ilişkisini düşünmek ayrıcalığı yalnız Batılı yazarlara tanınmamıştır. Gılgamış’la ilgili son bölümde detaylı bir şekilde tartıştığım gibi, Tutunamayanlar evrensel meseleleri olan ve insanı varoluşsal dertleriyle birlikte anlamaya çalışan bir romandır. Değişik yerlerde söyler bunu Oğuz Atay: Bu romanla “insanı anlatmak” istemiştir. Bundan daha evrensel bir mesele olabilir mi? Oğuz Atay’ın büyük bir tevazu içinde “basit bir şey yapmak istedim, sadece insanı anlatmak istedim” diyen sesini duyunca anlarız ki, aslında yaptığı kanonun büyük yazarlarından çok da farklı bir şey değildir. İçinde yaşadığı coğrafyadan kopmadan insana dair olanı anlatmış ve böylece Türkiye ölçeğinde bakıldığında yerel ama insani dertleri açısından zamansız ve evrensel bir roman yaratmıştır. Ben de Ölülerle Konuşmak’ı yazarken, bu perspektifi hep aklımın bir köşesinde tuttum. Kimi zaman “ulusal bir alegori” olarak okunabileceğini teslim etsem de, Atay’ın romanının varoluşsal meseleleri ön planda tutan evrensel bir metin olduğu gerçeğini hiç unutmadım.

tutunamayanlar-devrimci-bir-kahkahadir-166104-1.

» Ölülerle Konuşmak, Tutunamayanlar’ın Batı Kanonu ile sürekli diyalog halinde olduğunu iddia eden bir eser. Shakespeare, Goethe, Dostoyevski ve Joyce ile Atay’ın kesiştiği ve ayrıştığı noktaları açığa çıkarmışsın. Bu yazarları seçerken dışarıda bırakmaya mecbur kaldığın edebiyatçılar oldu mu?
Tutunamayanlar, hem biçim hem de içerik olarak çok sayıda metne gönderme yapıyor. Bazı bölümlerde ansiklopedik bir anlatım benimsiyor. Kimi yerlerde doğrudan kimi yerlerde de dolaylı olarak kanonik yazarların üslup ya da meselelerini parodi ediyor. Kısacası, Oğuz Atay Tutunamayanlar’ı oluştururken dünya metinleriyle, özellikle de Batı kanonuyla, diyaloğunu hep taze tutuyor. Ölülerle Konuşmak’ı yazarken, bu diyalog içinde öne çıkan yazarları dikkate aldım. Bir de kronolojik bir izlek takip etmeye çalıştım. Epikten başlayıp romana doğru ilerleyen ve sonunda modernizme kadar giden bir maceranın izini sürmek istedim. Bunda kendi ilgi alanlarımın etkisi de vardı elbette. Ama dışarıda kalan yazarlar var mıydı diye soruyorsan, elbette var. Kafka, Mann ve Nabokov aklıma gelen ilk üç yazar. Bunlar da olabilirdi kitabın içinde. Ama şu haliyle bile, tek bir kitap için gereğinden fazla malzeme barındırıyor, birbirinden farklı birçok meseleden söz ediyor. Onun için, iyi ki bunları da eklememişim diyorum şimdi.

» Edebiyat eleştirisinde aşırı yorum tehlikesi Demokles’in kılıcı gibi sallanır genelde. Kitabı okurken iddiasının özgün ve dengeli olduğunu düşündüm. Aşırı yorumdan kaçınmanı sağlayan motivasyon neydi?
Aşırı yorum her zaman bir tehlike, evet. Bu lafı duyunca tabii insanın aklına önce Umberto Eco geliyor. Hangi yorum aşırı yorumdur? Yanlış okuma var mıdır? Buna nasıl karar verebiliriz? Eco’nun “Yanlış Okumalar” kitabında çok sevdiğim hikâyelerden biri, gelecekte yaşayan bir tarihçinin bir arkeolojik kazı sonrası ortaya çıkan ‘Günümüzün Hit Şarkıları’ adlı eseri yorumlamaya çalıştığı kısımdır. Bu akademisyen, Hollywood müzikali “Singing in the rain”i bereket ayinlerinde söylenen bir yağmur duası olarak yorumlar ve bu şarkının beyazlar giymiş genç kızlar tarafından bir ilahi olarak söylendiğini hayal eder. Çok eğlenceli bir bölümdür bu. Eco’nun burada ve daha sonra “Yorum ile Aşırı Yorum”da tartıştığı şey şudur: Bir metin değişik şekillerde okunabiliyorsa ve tek bir doğru okumadan söz etmek mümkün değilse, o zaman yorum sınırsız bir şey midir? Eco’nun bu soruya verdiği yanıtı benimsediğimi söyleyebilirim: Her yorum metnin bütününü dikkate almak ve iddiasında tutarlılık gözetmek zorundadır. Bunu yaptığı ölçüde aşırılıktan ya da yanlış okumalardan kaçınmış olur. Metnin bütünüyle ilişki kurmaya çalışmak ve fikirler arasındaki bağlantıları açığa çıkarmayı hedeflemek eleştirmenin öncelikli amacı olsa gerek. Ben de Ölülerle Konuşmak’ı yazarken bunu yapmaya çalıştım. Tek bir bölüme ya da tek bir meseleye odaklanmaktan çok romanı bir bütün olarak düşünmeye ve farklı fikirler arasındaki ilişkiyi açığa çıkararak romanın eksenini oluşturan pozisyonu bulmaya gayret ettim. Umarım başarılı olmuşumdur. Kimse Eco’nun bahtsız akademisyeninin yerinde olmak istemez çünkü.

» Ayrıntı Dergi’de çıkan Gılgamış ile Tutunamayanlar’ı paralel okuma denemende epik ile Oğuz Atay arasındaki bağı yeniden kurmuştun. Ölülerle Konuşmak’ın son bölümünde de Tutunamayanlar’ın Gılgamış’la ilişkisini kitaba dâhil etmişsin. Bu konudaki çalışmanı derinleştirme düşüncen var mı?
Gılgamış bölümü tezde yoktu. Onu sonradan yazdım. Ölülerle Konuşmak’ın Türkçede çıkacağı belli olunca bir karar vermem gerekti. Ben de Gılgamış’ı kitabın sonuna eklemeyi düşündüm. Bunun iki nedeni vardı: Birincisi, tezi yazarken bana ilham veren bir hikâyeydi ama yetişmediği için dışarıda kalmıştı; ikincisi de, Ulysses ve Tutunamayanlar paralelliğine ışık tutan meselelerden biri olarak bu son bölümde yer almayı hak ediyordu. Sonuçta, senin de dediğin gibi daha önce Ayrıntı’da basılan bu makale, kitabın bir parçası olarak yeniden yayımlanmış oldu. İyi de oldu. Hem kitabın merkezinde duran varoluş meselesine geri dönüyor olması açısından hem de kardeş olduğunu düşündüğüm bu iki metnin (Ulysses ve Tutunamayanlar’ın) birer modern epik olarak dünyaya karşı tutumlarındaki farklılığın altını çizmesi nedeniyle. Bu konuya geri dönecek miyim bilmiyorum. Ama burada daha geniş bir araştırmaya ihtiyaç duyan bir meselenin yattığını söyleyebiliriz. Belki bunu da başka bir kitaba bırakmak gerekir.