Tuvalet kâğıdına iade-i itibar

Yazının başlığına bakıp bir gazeteyi ağır şekilde eleştireceğimi sananları ilk cümlede uyarayım: Sevmediğim bir gazeteden değil, gerçek tuvalet kâğıdından söz ediyorum. Çünkü tuvalet kâğıdı bence artık rüştünü ispat etti. Günümüzün dünyasında gazete kâğıdından çok daha işlevsel bir ürün olduğunu kanıtladı.

Yani kötü gazeteleri tuvalet kâğıdına benzetme klişesine de artık bir son vermeli. Ülkemizin medyasına bakarak ironi yapmadığımın bir kere daha altını çizeyim. Tuvalet kağıdı gerçekten gazete kâğıdından çok daha işlevsel. Bir kere henüz teknolojinin sağladığı bir ikâmesi yok. Yerine konulacak şeylerin hiçbiri onun kadar işlevsel değil. Maşallah son zamlardan sonra neredeyse arzu nesnesi. Oysa kâğıt gazete artık son yıllarını yaşayan bir nostalji objesi. Tamamen yok olmayacak ama dijitalleşmiş müzik karşısında plak dinlemek gibi bir lüks olarak kalacak. Henüz dijital medyada başarılı bir gelir modeli bulunmamış olsa da bu böyle. Şu anda bu yazıyı kâğıda basılmış gazeteden okuyanlara büyük saygım olsa da onları daha uzun yıllar elimizde tutamayacağımızı biliyorum. Acı ama gerçek. Eşyanın tabiatı.

Bu haftaki Köşe Vuruşu’nda döviz kurundaki rekor artıştan sonra gündeme gelen kâğıtta dışa bağımlılık ve yayıncılık sorunlarının gerçekliğini ele alacağım. Bu geç kalmış tartışma yerine ne koyabiliriz?

Yerli kâğıt, gazeteleri kurtarır mı?
Bir zamanlar kâğıt demek güç demekti. Öyle ki, 1980’li yılların Başbakanı Turgut Özal, kâğıt devlet tekelinde olduğu için medyayı “kâğıt zamlarıyla” yola getirmeye bile çalışmıştı. Başarılı olamadı gerçi ama en azından denedi ve bu çekişme medya dışı sermayenin medyaya girişini hızlandıran faktörlerden biri oldu. Dolardaki hızlı artıştan sonra SEKA’nın faaliyetlerine 2005 yılında son verilmesi ve kâğıtta dışa bağımlılık yeniden gündeme geldi. SEKA’nın kapatılmasını savunacak değilim elbette, keşke kapatılmasaydı. Keşke yeniden yerli kâğıda dönüşün bir yolu bulunsa. Ancak şunu biliyorum ki, kâğıt %100 yerliye de dönse, artık basılı gazetenin kurtuluşu yok. Basılı kitap için biraz daha farklı düşünüyorum. Çünkü basılı kitabın ömrü, gazetenin ömrü gibi bir gün değil. Kitap, eşya değeriyle de olsa uzun yıllar, bir şekilde itibarını koruyacaktır.

Verilerin mülkiyeti
Bu yazıdaki asıl meselem şu ki, kâğıdı filan bir kenara bırakıp kişiliğimizin mülkiyetini korumayı tartışma zamanı çoktan geldi. Kişiliğimiz derken daha çok kişisel verilerimizden söz ediyorum. Dünyada bir süredir tartışılagelen ancak Yuval Noah Harari’nin Türkçede yenice çıkan kitabı 21. Yüzyıl İçin 21 Ders (Kolektif Kitap 2018, Orj: 21 Lessons for the 21st Century) ile yeniden gündeme gelen “verilerin mülkiyeti” konusuna geleceğim. Harari’nin çok haklı şekilde hatırlattığı “Verilerin mülkiyeti nasıl düzenlenecek?” sorusu hayati derecede önemli. Çünkü onun da değindiği üzere eski zamanlarda en önemli şey topraktı, onun az sayıda insanın elinde toplanması toplumu aristokrat ve halk diye ikiye ayırıyordu. Modern çağda toprağın yerini üretim araçlarının mülkiyeti aldı. Üretim araçlarının mülkiyeti az sayıda insanın eline geçtiğinde sermayedarlar ve proleterya gibi iki sınıf ortaya çıkıyordu. Harari, 21. yy’da tüm bunlardan daha önemlisi veri akışının kontrolünü ele geçirmek diyor. Oysa veri dediğimiz hazine şu anda Google, Facebook, Baidu ve Tencent gibi birkaç teknoloji devinin insafına terk edilmiş gibi. Yani, biz 2005 yılında kaybettiğimiz SEKA’nın mülkiyetini konuşurken dünya, verilerin mülkiyeti için bir yarışın içinde.

Bedava sirkenin maliyeti
Bu verilerin devletlerin ya da bazı dev şirketlerin elinde olmasının gelecekte yaratacağı problemlerin sonu yok. Kuşkusuz şu anda hayatımızı kolaylaştıran ve eğlenceli hale getiren tarafıyla ilgiliyiz. Örneğin bir uygulama yüklediğimizde ya da yeni bir sosyal medya platformuna girerken “verilerimizi kullanma” iznini hiç düşünmeden ya da yasal metinleri hiç okumadan veriyoruz. Üstelik sadece kendimizin bilgilerini değil, arkadaş listemizi, onların bizimle kesişen yerlerini de hiç onlara danışmadan teslim edebiliyoruz. Karşılığında yeni bir fotoğraf filtresi, benzersiz bir emoji, komik bir video vs. alıyoruz. Harari aynı kitapta bu alışverişi, “ne yaptığının farkında olmadan koca toprakları üç beş renkli boncuk ve ıvır zıvır karşılığında Avrupalı emperyalistlere satan Afrika ve Kuzey Amerika yerlilerinin durumuna” benzetiyor.

Diyeceğim o ki, gazeteciliği ya da yayıncılığı “kâğıt” ve onu üreten araçların mülkiyeti üzerinden tartışmak gazeteciliği ve yayıncılığı kurtarmayacak. Çünkü teknoloji, bu şekilde kontrolsüz ve tartışmaya bile vakit bırakmayan hızda giderse, medya da tamamen verinin mülkiyetini elinde tutanların tekeline girecek. Bu, ülkemizin ve olanaklarının boyunu aşan bir tartışma, bu bir insanlık sorunu. Açıkçası gazetelerin kâğıtta dışa bağımlılık yüzünden sayfa sayısını azaltmasından daha fazla ilgimi çekiyor. Çünkü gazetelerin günleri zaten sayılı. Olsun, dijital medyanın sonsuz olanakları var diyeceksiniz. Verinin mülkiyetini elinde tutanların hazırlayacağı algoritmaları aşamadıktan sonra ne fayda? İşte bu yüzden demem o ki, tuvalet kâğıdı gazete kâğıdından daha gerçek bir şey. Kendi kendini yok eden tuvalet kâğıdı teknolojisi vs. gelene kadar en azından.