Üniversitelerde hukuka giriş derslerinde öğrencilere ilk öğretilen şey normlar hiyerarşisidir. Birinci sınıf öğrencisi yönetmeliklerin tüzüklere, tüzüklerin KHK’lara, KHK’ların yasaya, yasaların da anayasaya neden aykırı olamayacağını hukukun iç mantığı içinde kavrar. Genelge ile anayasal hak ve özgürlüklerin kısıtlanamayacağını bildiği gibi devlet memurunun resmi tebligat olmadan yalnızca sözlü ifadelere dayanarak işlem yapamayacağını da öğrenir.

Ancak bugünün Türkiye’sinde bu bilgilerin gerçek hayatla zerre kadar ilgisi kalmamıştır; yazılı hukuk başkadır, uygulama başkadır. Bir diğer ifadeyle hukuk devletinin abecesi dinci-otoriter bir rejim kurma uğruna tepetaklak edilmiştir.

17 günlük kapanmada oldubittiyle uygulanmak istenen içki yasağı bu durumun somut göstergelerinden biri. İktidar hafta sonu kapanmalarında tamamen keyfi bir biçimde içki yasağı uyguladı.

İktidarın iddia ettiğinin aksine hiçbir demokratik ülkede pandemi gerekçesiyle gündüz içki yasağı getirilmemişti. Kısıtlamalar genellikle açık alanlarda içki tüketilmesine ve akşam belli saatlerden sonra alkol satışının durdurulmasına dairdi. Yurttaşların bir bölümü bu keyfi uygulama karşısında “hepi topu iki gün, içkimizi cumadan alırız” deyip geçiverdi. Ama iktidarın bu tutumu, başka alanlarda olduğu gibi yalnızca bir başlangıçtı, nitekim arkası da geldi.

İktidar “tam kapanmada” içki yasağını yeni bir genelgeyle düzenlemek yerine fiili olarak uygulatmayı tercih etti. Böylesi onlar için hem daha konforluydu hem de ileride başka yasakları bu şekilde tatbik edip edemeyeceklerinin bir provası niteliğindeydi. Zincir marketler ve esnaf, kapanmanın ilk gününde bu fiili zorlamaya direndi. Kolluk kuvvetleri, bazı yerlerde içki satışını “tebligat yok ama haberlerde söylendi” diyerek durdurmaya çalıştı. Hemen sonrasında iktidar, valiler marifetiyle oldubittiye kılıf diktirmeye karar verdi. Bu yazı yazılırken valiler peşi sıra İl Hıfzıssıhha Kurulu kararları aldırarak illerde içki satışını yasaklatıyor.

Keyfi yasakları “şaşkınlıkla” izleyen bilim kurulu mensupları, “bu kadar da ileri gidemezler diye düşünmüştük” diyen hayalperestler, “içkisini alan aldı” diyen adam sendeciler bilerek ya da bilmeyerek iktidarın değirmenine su taşımaya devam ediyor. Bir kez daha hatırlatmakta fayda var, pandemi önlemleri zırhına sarılan içki yasağı, yalnızca bir içki satışı yasağı değildir; İslamcı rejimin anayasal hakları ve özgürlükleri yok sayması, kamusal alanı belirli bir din anlayışına göre dizayn etmesidir. Birilerinin zannettiği gibi bu dayatma burada kalmaz, yaşamın tüm alanlarına yayılmayı sürdürür. Aksi yönde bir iyimserlik taşıyan varsa geride bıraktığımız 19 yıldan hiç ders almamış demektir.

İçki yasağının tatbiki gibi bir başka garabet, EGM tarafından hemen 1 Mayıs öncesinde yayımlanan bir genelgede saklıydı. Genelgeye göre “emniyet personeli görevini ifa ederken bu tür ses ve görüntü alınmasına tevessül edecek davranışlara fırsat verilmeyecekti.” Son zamanlarda Boğaziçi Üniversitesi protestoları başta olmak üzere polisin eylemcilere orantısız müdahalesine ilişkin görüntüler kamuoyunda büyük tepki topluyordu. Annelerin, babaların, gençlerin itirazı, iktidarın zaafını açığa çıkarıyordu. Emniyet bu insanlık dışı manzaraların önlenmesi yerine, bunların kaydedilmesine mani olmayı seçerek rejimin niteliğini tasdik etmiş oldu. 1 Mayıs işçi bayramında sokağa çıkmak isteyenlere polisin müdahalesini görüntülemek isteyenler sözü edilen genelgeye dayanarak durdurulurken yurttaşlar yine aynı muameleye maruz kalıyordu.

“Emniyet genelge ile ancak personeline kısıtlama getirebilir, yurttaşların anayasal hakkını elinden alamaz” diyen hukukçular olması gerekeni ifade ediyor ama biz artık maalesef o yerde değiliz. CB kararnameleriyle yönetilen bir ülkede, Saray’a bağlı kurumların genelgeyle yasanın üstüne çıkması rejimin bir karakteristiği. Emniyet genelgesi de içki satış yasağı gibi bir “prova.” O yüzden buna yalnızca basın özgürlüğü çerçevesinde karşı çıkmak bir anlam ifade etmiyor. Bu düzenlemeleri tıpkı içki yasağı örneğinde olduğu gibi yurttaş olarak var olma biçimimize bir müdahale olarak görmedikçe etkin bir direnç oluşturmak mümkün değil.

İkizdere’de yandaş sermayeye karşı deresini, ormanını savunan köylüler; 1 Mayıs’ta korkmadan taleplerini dile getirenler; emek, adalet ve özgürlük mücadelesi verenler hiç de az değiller. Kurumsal muhalefetin bu milyonların bir kısmına kulak verip diğerini oy hesabıyla görmezden gelmesi, bizlere maaşından “kaliteli pamuk” alan eski Ayasofya imamı Boynukalın gibilerini cesaretlendirmekten başka bir işe yaramıyor. Biz anımsatalım, özgürlükler söz konusu olduğunda karnından konuşanlar değil laik yaşamı, emeğin hakkını, doğayı beraberce savunabilenler ancak geleceğin Türkiye’sini kurabilir.