Tek adam rejiminin her krizi bir fırsat olarak gördüğü hepimizin malumu. Nitekim korona salgınının ilk gününden itibaren hem Erdoğan hem de yandaş yazarlar bu salgından biz kazançlı çıkacağız diyecek kadar ‘açık sözlü’ davrandı. Tam da bu nedenle sürü bağışıklığı olarak bilinen yöntemi ülke genelinde değil de yalnızca işçileri kapsayacak şekilde uyguladı. Üst ve orta sınıflar evlerine kapanırken günlük ihtiyaçları kapısına kadar geldi, böylece büyük bir yoksunluk hissine kapılmadan yaşamlarına devam edebildiler. Bu durum, toplumsal tepkinin iktidarı ürkütmeyecek bir düzeyde kalmasına yol açtı.

Dünya ekonomisi ile birlikte Türkiye ekonomisi de küçülüyor; açlık sınırında yaşamaya mahkûm olanların sayısı ise hızla artıyor. Krizin açtığı yaraya pansuman yapmakla yetinen Erdoğan ise hâlâ “Ekonominin çarkları dönsün” diyerek tekstil ve tarım başta olmak üzere belirli sektörleri salgın sonrasına hazırlama çabasında. Ancak bu hazırlığın bedeli reel ücretlerin düşmesi, asgari ücretin fiiliyatta aşağıya çekilmesi, çalışma koşullarının daha da kötüleşmesi anlamına gelecek. Yani ‘biz’ kazanmayacağız, iktidarın ‘yürü ya kulum’ dedikleri kazanacak.

İktidar bloku salgın boyunca istediği gibi at oynattı. Sendikalardan, demokratik kitle örgütlerinden çıkan dağınık seslere kulaklarını kapattı. Yeni rejimde Meclis zaten işlevsiz hâle getirildiğinden oradaki tartışmalar suya yazılan cümleler misali ertesi güne dahi kalamadan unutuldu gitti. İktidarın bu süreçte dengesini yalnızca ama yalnızca muhalefetin elindeki belediyeler bozdu. Öyle böyle değil hem de…

Birçok AKP’li belediye normal zamanlardaki gibi partili müteahhide ihale dağıtırken, rant projelerine son sürat devam ederken, Millet İttifakı’nın belediye başkanları halkın sorunlarına çözüm üretmeye çalışıyor. Üstelik bunu siyasi şov için değil, yerel yönetimin görevi olarak gördükleri için yapıyorlar. Ankara’da, İstanbul’da atılan her olumlu adım ülkenin dört bir yanından duyuluyor artık. Erdoğan’ın yıllardır miting alanlarında tekrarladığı ‘üç koyun güdemez bunlar’ propagandası boşa düşüyor, hizmet söylemi el değiştiriyor ve önyargılarla birlikte iktidarın hegemonyası da sarsılıyor. Hâl böyle olunca iş tıpkı Kabataş uydurmacası gibi, camide içki içtiler yalanı gibi kurmaca haberlere, sahte videolara, trollerin elinden çıkan iftiralara kalıyor.

Devletin belediyelere bağış parasını bloke ettiği yerde birileri de çıkıyor Ankara Belediyesi’nin iftar yardım sitesine saldırı düzenlemek için aradığı cesareti buluyor. Doğrudan CB çıkıp muhalefetin belediyelerini PKK ve FETÖ taktikleri izlemekle itham edince devletin valisi, kaymakamı birlikte çalışması icap eden belediye başkanlarını düşman belliyor. Bu dilin iktidara zerre kadar faydası yok. Bunu kendileri de biliyorlar ama ellerinden başka bir şey gelmiyor.

Salgın sonrasında nihai kapışmaya giden süreç hızlanacak. AKP-MHP bloku üç büyükşehir belediyesinde cisimleşen iradeyi ortadan kaldırmak için yeni planlar peşinde. Belediyelerin kaynaklarını kurutmanın, yetki alanlarını daraltmanın onları durdurmaya yetmediğini gördüklerinden muhtemelen daha “radikal” adımlar atacak. O yüzden içinde bulunduğumuz günlerin muhalefet için anlamı büyük.

CHP Lideri’nin alçakgönüllü bir uygarlığın inşasına çağrısını bu bağlamda düşünmek gerekiyor. Çağrının en önemli özelliği pandemi sonrası dünya ile Türkiye’yi birlikte düşünmeye davet etmesi. Küresel adaletsizliklerin neden olduğu sorunları görmeden, bu bağlamda 1980’lerin, 1990’ların hakim neoliberal paradigmasını eleştirmeden bir mücadele programının belirlenmesi mümkün değil. Bu nedenle Kılıçdaroğlu’nun “Demokratlar, dünyanın Covid-19 sonrasını, baskıcı ve otoriter iktidarlara, neoliberal politikaların uygulayıcılarına bırakamaz” ifadesini çok yerinde ve önemli buluyorum. Enternasyonalist bir ruhla demokratların bir araya gelmesinin ve yeni bir uygarlık inşa etmesinin dünya halklarını 21’inci yüzyılda uçurumun kenarından çekip kurtaracak yegâne güç olduğu da altı çizilmesi gereken bir diğer gerçek.

Çağrının Türkiye kısmında ise kuvvetler ayrılığı prensibi üzerine inşa edilecek yeni anayasa önerisi, özgürlükler, bölüşümde adalet ilkesi, iş güvencesi, sağlık ve eğitim hizmetlerinin nitelikli ve ücretsiz olması, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi gibi başlıklar öne çıkıyor. Böylece ana muhalefet Cumhuriyet’in 100. yılına giderken kendi Türkiye düşünü şekillendiriyor ve kamuoyuna ilân ediyor. Bu Türkiye hayali, iktidarın hedeflediği her şeyin Saray’dan yönetildiği, tek renkli, tek sesli ülke profili ile taban tabana zıt.

Şimdi asıl mesele bu alçakgönüllü çağrının hayata geçmesi için CHP’nin nasıl bir yöntem izleyeceği. Bakalım CHP yönetimi sağ sol yoktur tezinde ısrar mı edecek yoksa yüzünü çağrının kalbinde yer alan sol değerlere çevirip yeni bir yol haritası mı belirleyecek.