2018’de gösterime çıkmış iki film var: A Quiet Place/Sessiz Bir Yer ve Bird Box/Kafes. İlkinde, dünyayı ele geçiren canavarlar tarafından öldürülmemek için hiç ses çıkarmamanız gerekiyordu. Öyküsünü izlediğimiz aile, konuşma sesi de dâhil her türlü işitsel uyaranı en alt düzeyde tutacak bir yaşam tarzı geliştiriyordu.

İkinci filmde, dünyayı ele geçiren canavarlar tarafından öldürülmemek için gözlerinizi açmamanız gerekiyordu. Sandra Bullock’un canlandırdığı karakter, yanındaki çocuklarla birlikte güvenli bir yer ararken, bakış eylemini en aza indirmenin yollarını arıyordu.

Bu filmlerin alt-metninde (subtext), televizyon ve sosyal medyanın yansıttığı şiddet dolu dünyaya yönelik bir tepki vardı. Ne yazık ki bu hiç de temelsiz bir söylem değil; şiddet ve kötülüğü gördükçe ondan iğrenip uzak durmamızı sağlayacak bir toplumsal akla sahip değiliz. Gerekli toplumsal altyapı değişimi olmadan da sahip olamayacağımız bir akıl bu…

***

Bu yılın başlarında yaşanan bir trafik kavgasında, en fazla 17-18 yaşlarında bir gencin, elini ceketinin altına doğru götürerek “Hiç olmasını istemeyeceğin şeyler olabilir!” dediğine şahit oldum. Tipik bir ‘öğrenilmiş haydutluk’ durumu… Dizi senaryosundan araklandığı belli olan sözler söylerken, sanki belinde silah varmış gibi -ki aslında yoktu- yapmayı nereden öğrenmiş olabileceğini tahmin etmek zor değil: Kurtlar Vadisi ekolünden gelen Çukur ve Üç Kuruş gibi dizilerde -bunlara ‘mahalle dizisi’ deniyor, kimse de çıkıp “Yahu bunlar mahalle dizisiyse, Süper Baba ya da Perihan Abla neydi?!” diye sormuyor-, TikTok tarzı sosyal medya ortamlarında, aynı saç kesimi ve giyim tarzına sahip gençlerin ‘olmasını istemeyeceğimiz şeyler olabileceği’ tehditleriyle dolu sayısız eğitici sahne var.

Bu sadece bizim yaşadığımız bir sorun da değil; kapitalizmin şu son aşamasında üretim paradigması ve paylaşım eşitliği gibi olgu ve kavramlar öylesine alt-üst olmuş durumda ki, üst-yapı kurumlarımız hukuk, adalet ve vicdanın paramparça olduğu Putin-RTE-Trumpgiller dünyası olarak biçimleniyor.

***

Geçen hafta gösterime giren Nope/Hayır adlı film de Sessiz Bir Yer ve Kafes’in izinden gidiyor. Gösteri dünyasının kalbi olan Los Angeles yakınlarındaki bir bölgede, UFO’lara benzeyen bir uçan canavar insanları katlediyor. Bu canavarın sizi yutmasını önlemenin tek yolu var: Ona bakmamak…

Yönetmen Jordan Peele, filmle ilgili bir söyleşide, yolda giderken bir trafik kazasına tanık olan insanların durup oradaki kanlı sahneye bakışlarından söz ederek, artık hepimizi kuşatan o ‘bakış şehveti’ne vurgu yapıyordu. Nope/Hayır, bu doğru ama felsefi deha sahibi olmayı gerektirmeyecek kadar da basit saptama üstüne kuruluyor. Gerçi bu filmin metin/alt-metin bağlantısı diğerlerininki kadar sağlam değil, ama öykü aynı söylem düzeninde ilerliyor: Bakmak ya da bakmamak, işte bütün mesele bu!

Ama öyle değil işte! Burnunuzu tıkayarak çöp kokusundan bir süreliğine kurtulabilirsiniz, ama çöpler varlığını sürdürür, hatta o koku üstünüze siner ama siz fark etmezsiniz. Eskiden en sık duyduğumuz sözlerden biri, “Herkes kendi evinin önünü süpürürse sokaklar tertemiz olur”du. Bir de, “Duymak istemeyenden daha sağır, görmek istemeyenden daha kör kimse yoktur” sözü çok alıntılanırdı. Bu anlatılarsa “Herkes burnunu tıkarsa kimse çöp kokusuna maruz kalmaz, bu arada çöpler de zamanla kendi kendine yok olur” gibi akıldışı bir söylem üretiyor. Bu arada, o çöpün nasıl oluştuğu ve nasıl ortadan kaldırılabileceği gibi konular bir kere bile gündeme gelmiyor.

‘Tarih ve diyalektik yokmuş gibi yapalım, böylece sorunlardan uzak durmuş oluruz’… Buna basitçe ‘ideolojik körleşme’ diyebilmeyi çok isterdim, ama çok daha derin bir sorun olduğu belli.