Uçan süpürgeli kadınların dünyası
Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali’nde özellikle Fipresci Ödülü için yarışan filmler, farklı temaları ve nitelikleri açısından çok başarılıydı. Bu seçki içinde öne çıkan üç belgeseli inceledik.
Necla ALGAN*
27. Uluslararası Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali bu yıl, Ankara’da festival yöneticileri ve genç katılımcılarının çabalarıyla yeniden hayat bulan kült Kavaklıdere Sineması’nın iki salonunda izleyiciyle buluştu. Yeniden tarihi bir salonda film izlemek, bir sinema salonunun kapısından girmek bile nostaljik ve heyecan vericiydi. Festivalde özellikle Fipresci Ödülü için yarışan filmler, farklı temaları ve nitelikleri açısından çok başarılıydı. Bu seçki içinde öne çıkan üç belgesele yakından bakalım.
ŞİDDET VE CİNAYETE İSYAN
Benim adım Mutlu / Ayşe Toprak, Nick Read:
Yarışma filmlerinden Ayşe Toprak ve Nick Read’in yönettiği 'Benim Adım Mutlu' (My Name is Happy) Diyarbakır’da yaşayan bir genç kızın sarsıcı hikâyesini konu alıyor.
Mutlu’nun ve ailesinin yaşadığı trajik olaylar, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de yaşanan, kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri olgusunun yürek burkan bir örneği.
Türkiye kadına uygulanan şiddet konusunda istatistiklere göre çarpıcı bir biçimde ön sıralarda. Ancak acı bir şekilde kadın cinayetleri istatistiklerinde dünya ortalamaları o kadar dikkate değer bir sayısal farklılık göstermiyor.
Mutlu, güzelliği, güçlü müzikal yeteneği, meleksi denilebilecek kişiliğiyle ışık saçan bir genç kız. Televizyonda yayınlanan bir ses yarışmasında finalist oluyor.
Ancak Mutlu’ya hastalıklı biçimde bağlanan bir erkek tarafından vuruluyor. Artık tekerlekli sandalyeye bağımlı, ağır hasarlı bir hayat sürdürmeye mahkûm oluyor.
Yine de Mutlu, ailesinin ve özellikle kız ve erkek kardeşlerinin desteğiyle, yaşam mücadelesini sürdürüyor. TikTok’ta 1 buçuk milyon takipçiyle sevgi paylaşım ve iyi niyet temeline dayanan bir iletişim dünyası kuruyor, müziğe ağır hasarlı olmasına rağmen devam ediyor. Çünkü Mutlu yeryüzünde insanlık adına, sevgi paylaşım ve iyilik adına ne varsa bunları yüreğinde taşıyan özel bir genç kız.
Ama, ne acı ki ailenin trajedisi bitmiyor. Mutlu’nun kız kardeşi Dilek de, bir erkek tarafından vurularak öldürülüyor.
Bundan sonra Mutlu ve diğer kız kardeşi, feminist aktivistlerle birlikte uzun süren bir hukuk mücadelesi başlatıyorlar.
Türk yasalarına göre kadın cinayetleri yeterince cezalandırılmıyor. Mutlu ve diğer aktivistlerin zorlu mücadeleleri sonucu mahkeme katile mümkün olan en ağır cezayı verip onu ömür boyu hapse mahkûm ediyor.
Mutlu ve ailesinin hikâyesi bir trajedi ama aynı zamanda kadınların, bağımsız, özgürce var olabilme, yeteneklerini özgürce geliştirebilme ve sergileme, en önemlisi de erkek egemenliği ve onun en korkunç aşaması olan şiddet ve cinayete kurban gitmeye bir isyan.
∗∗∗
DÖRT KUŞAK KADININ HİKÂYESİ
Hoşça kal Tiberye / Lina Soualem:
Filistin asıllı oyuncu Hiam Abbass’ın kızı Lina Soualem’in filmi 'Bye Bye Tiberia', Tiber Gölü’nün kıyısında yaşayan ailenin 4 kuşak kadınlarının hikâyesinden yola çıkarak bizi Filistin’in hikâyelerine tanıklık etmeye davet ediyor. Bu filmi 2024 ortalarında, ikinci bir büyük felaket (Nakba) yaşanan günlerde izlemek ise ister istemez insanı derinden sarsıyor.
Hiam Abbas, bugün İsrail toprakları içinde yer alan Tiber (Tiberia) şehrinde 10 çocuklu bir ailenin kızı. Film, bizi Abbass’ın kişisel tarihi bağlamında Nakba’nın ilk günlerine, 1948 yılına, Filistin topraklarına İsrail’in el koyup 700 bin insanın göçe zorlandığı zamanlara götürüyor. Bu zorunlu göç ve yıkım, filmde arşiv çekimleri ve fotoğraflardan yararlanılarak yansıtılıyor. Abbas’ın ailesi de Tiber yakınlarında bir Filistin yerleşimi olan Deir Hanna’ya yerleşiyor. Her şeylerini kaybetmiş bu aile, Abbas’ın annesi Nitam’ın dikiş dikerek kazandığı para ile 10 çocuk büyütmesi, o tarihlerde Suriye’deki en büyük Filistin kampına sığınan kardeşi Hüsniye’yi 30 yıl boyunca görememesi, Hiam’ın Batı’ya göç kararının ailede büyük bir kırgınlık yaratması, ancak filmin yönetmeni olan Lina’nın doğumuyla Hiam’ın tekrar ailesini görebilmek için geri dönmesi gibi pek çok kişisel ve aile tarihinin dönüm noktaları, etkili ve güçlü bir dramatik dille perdeye yansıyor.
Yönetmen Soualem, filmi için “Kaderimize hükmedemedik ama hiç olmazsa kendi hikâyemizi biraz da olsa kontrol edebildik” diyor.
Netanyahu hükümetinin şu anda Gazze’deki Filistin halkına uyguladığı katliam, soykırım, hayatta kalanların barınma, yiyecek, eğitim, sağlık gibi tüm temel ihtiyaçlarına ulaşabilme imkanlarını yok etmesi, bütün bunları yaparken de Filistin halkının 'insan hayvanlar' olarak betimlenmesi ve şu anda 1948'den sonra ikinci büyük Nakba’nın yaşanıyor olması, bu filmi daha da ağır ve gerçek kılıyor.
∗∗∗
GERÇEKLERE DAYANAN USTA İŞİ
Yeşil Sınır / Agnieszka Holland:
Polonyalı usta yönetmen Agnieszka Holland’ın filmi 'Yeşil Sınır', Belarus sınırından Polonya’ya, daha sonra Avrupa Birliği’ne geçmeye çalışan Afgan, Suriyeli, Afrikalı göçmenlerin maruz kaldığı insanlık dışı, yaşamlarını tehdit eden muameleyi konu alıyor. Yönetmenin ustalığı tartışılmaz, yönetim, oyunculuk son derece başarılı. Konunun otantikliğini vurgulamak için tercih ettiği siyah beyaz görüntüler, Orta Doğulu Afrikalı göçmenlerin gördüğü şiddeti, aç susuz ölüme terkedilmelerini, hatta hamile bir kadının öldürülmesini gözler önüne seriyor. Bu zulme karşı mücadele eden aktivistler, suçlu duruma düşmemek için sınırda yer alan ormanda, sağlık ve yiyecek yardımı yapıyorlar ama yaşananlara müdahale etme imkânları sınırlı.
Film, gerçek olaylara dayanıyor. Dahası medyadan izlediğimiz görüntülerden de anlaşıldığı gibi, polisin acımasız şiddeti günümüzde devam ediyor.
Film Polonyalı hükümet görevlileri ve sağ kesim tarafından, ülkenin imajına zarar verdiği için sert şekilde eleştirildi. Ancak, dünya festivallerinde çok ilgi topladı, eleştirmenler tarafından övüldü, gerçeklere dayanan usta işi bir film 'Yeşil Sınır’.
*Sinemacı, yazar