Ucube, güzel kelime; ete kemiğe bürünmüş acayiplik demek; ayrıca, söylemesi de hoş

Ucube, güzel kelime; ete kemiğe bürünmüş acayiplik demek; ayrıca, söylemesi de hoş. O yüzden pek bir mutluyum, son 5-6 yıldır: Yeni zadeganın hanımları tesettürlerine stil kazandırıyorum derken baştan aşağı perdelik, hatta döşemelik kumaşlara büründükçe, istemediği kadar telaffuz etme fırsatı buluyor insan bu ahenkli kelimeyi.

‘İleri demokrat’ gazetecilerden biri “başbakan eleştiri hakkını kullanıyor“ dedi televizyonda; “heykeli, yıkın kaldırın” talimatını verdiğini, bunu yaptırma, yapmayanı cezalandırma gücüne sahip, diktasını sürdürmek üzere maliyeden menkul değerler borsasına kadar her aracı kullanmaktan çekinmeyecek kadar gözü kara olduğunu bilmiyormuş gibi.

Başka biri de  -kendisi sinemacıymış-, heykel hakkında konuşmayı reddetti, heykel zaten haramdır, zira puttur diye. Oysa kendisine tapınılmadığı sürece hiçbir şey kendi içinde/kendiliğinden put değildir; hiçbir şey de kendi içinde dinsel olmadığı gibi: Hristiyanlık hakkında hiçbir şey bilmeyen birisi için haç, çaprazlamasına birbirine iliştirilmiş iki çubuktan başka bir şey değildir; Merih’ten gelen biri de Cuma namazı kılanları toplu hâlde jimnastik yapıyor zannedecektir.

Sinemacımız putperestliğe karşıdır; ama, bu karşıtlık ‘perest’liğe, yani tapınmaya değil, tapınılanın put olmasınadır. Oysa, tamam, puta tapmak akıl kârı değildir; ama asıl önemli olan, ister put olsun ister olmasın, bir şeylere tapmanın tapınmanın insan açısından haysiyet kırıcı olmasıdır.

İslamiyet, Mekke’deki putlara tapmayı yasaklamıştır; ama günümüz dünyasında ortaya çıkmış olsaydı, ilk yasaklayacağı şey ‘marka fetişizmi’ olurdu. Zira put, kendi varlığı itibariyle sıfır kullanım değerli olmasına, yani insanın hiçbir ihtiyacını karşılamıyor olmasına rağmen,  -bütün ihtiyaçların karşılanıp her bir problemin de çözümünde aracılık edeceği inancıyla-  kendisine çok büyük, hatta sonsuz değer atfedilen nesnedir: Bir nesne ki, kullanım değeri ile değişim değeri arasında ne denli bir ters orantı var, işte o kadar putlaş(tırıl)mış demektir. Günümüzün topyekûnlaşmış kapitalizm ortamında, adam ‘marka’ ürün satın alırken/kullanırken, parayı ürünün kendisine değil o ürün aracılığıyla inşa edeceği imaja; daha doğrusu, bu imaj sayesinde elde edeceğini umduğu avantajlara yatırım yapmış olmaktadır.

Heykel düşmanı sinemacımızın böyle bir tahlil yapmaya beyni yeter-yetmez; onu bilemem ama, mensubuymuş gibi gözüktüğü nevzuhur zadeganın hoşuna gidecek en son şeyin marka tutkunluğunu putperestliğin çağdaş versiyonu olarak görüp küfür/günah ilân edecek bir İslam olacağı açıktır.  Hem kronolojik hem de ideolojik olarak Kapalıçarşı’dan satın aldıkları yağlı boya paşa tablosunu ‘dedemiz’ diye salonlarına asarak inşa edemeyecekleri soyluluklarını, gözlük, saat, gömlek, çorap, ayakkabı, (Başakşehir’de) külot vb… gibi eşyalarının markaları üzerinden yakalamaktan başka çareleri yoktur.

Aslında, putperestlikle marka düşkünlüğü arasındaki anatomik örtüşmeyi bir kere yakaladık mı, içki düşmanlığının anatomisini de ortaya koyabiliriz: Adamlar bu dünyada içki içmezler, öteki dünyada sonsuza kadar limitsiz bedava şaraba kavuşmayı umarak. Burada söz konusu olan, bayağı uzun vadeli (Mahşer günü dolacak), ancak faiz oranı da %sonsuz olan bir yatırım; ayrıca –inanan için- sıfır rizikolu: Manevî, hiçbir ‘maddî karşılığı olmayan’ demek olduğuna göre, insanlara sandırılmak istendiğinin aksine, uhrevî (Ahiret’e ilişkin olan) ile manevî değil birbirleriyle özdeş olmak, hiçbir noktaları itibariyle örtüşmezler.

İddia odur ki, oradaki şarap ırmak ırmak akacak, ancak içilince kesinlikle insanın zihnini bulandırmayacaktır. Buradaki içki ise zihni bulandıracak, zihin bulanınca da, insan kötülük yapacaktır; zira, “bütün kötülüklerin anası, alkoldür”.

Bir kere, insan için ‘alkol almak’ diye bir şey yoktur; damak zevkinin incelmişlik düzeyine göre ya rakı ‘içer’ ya da şarap vs… içkileri; tıpkı, diyelim tavuk yemeyi protein almak olarak yaşamadığı gibi. Ama esas rezalet, içkiye ‘ana’lık atfedilmesindedir: İçki, iyi adamı kötü etmez; adam aslında kötü de bunu şu ya da bu ölçüde gizlemeyi başarabiliyorsa, bu durumun daha kolay ortaya çıkmasını sağlar. Kısacası, içki kötülüğün anası değil, iyiliğin de kötülüğün de ortak ebesidir; yani, adamın karnında ne varsa onu doğurtur; başka bir ifadeyle cila/boya sökücüdür: İçinde kötülük olmayan adam içkiden korkmaz.

Cila/boya kazınınca ortaya bazen çok yamuk yumuk bir kaporta da çıkabilir; ama, bu yüzden içkiye hepten düşman olmak, trafik kazaları oluyor diye otomobili hepten yasaklamaya kalkmaktan daha meşrû ve akıllıca değildir. Bu arada, aklıma gelmişken de söyleyeyim: Son Kurban Bayramı süresince trafik kazalarında 150 civarında insan öldü ve bu kazaları yapan şoförlerin hiç biri içkili değildi; yoksa, içki düşmanı Vandallara yalakalık olsun diye, mutlaka yazardı, en azından malûm gazeteler, şoförün kaç yüz bin promil alkollü çıktığını.

Bu arada, içki içmek yerine üzüm yemeği önerenlere, bizim tavsiye edeceğimiz de  -tabiî, kendileriyle tutarlı kalmak gibi bir dertleri varsa-, patlıcanı ‘Hünkârbeğendi’ olarak değil, bostandan çiğ çiğ ısırarak yiyip, doğada bulunmadığına göre tekerleği de hayatlarından tümüyle atıp, değil otomobile binmek  –bisiklete zaten binmezler, çünkü verdiğin emek/bastığın pedal kadar gider-, çocuklarına da çember çevirmeyi bile yasaklamaları olacaktır.