Lars von Trier’in son filmlerinde görülen, özellikle anne arketipinin iyice canavarlaştırılmış bir versiyonunun sunulduğu Deccal’de fazlasıyla somutlaşan tuhaf ve aşırı bir kadın düşmanlığı var. Ama neyse ki bu düşmanca söylemlere kendi coğrafyasından güzel cevaplar geliyor. Mesela bu haftanın filmlerinden Når dyrene drømmer/When Animals Dream -dehşetengiz Türkçe ismiyle Hayvan Düşü- Deccal’de en iğdiş edici, en öldürücü haliyle izlediğimiz ‘canavar anne’ mitosu üzerinden toplumsal cinsiyet meselesine çok özgün bir şekilde yaklaşıp erkek egemenliğini parçalara ayırıyor –her anlamda!

Kolektif bilinçdışının mitolojik dünyasına su, toprak gibi doğurganlık/yaratıcılık sembolleriyle giren annenin olumsuz versiyonu (canavar anne/terrible mother) kendini en masum haliyle balık ve yılan gibi ‘yutan’ hayvanlar şeklinde, en kaygı verici haliyle de mezar, tabut gibi içinde yaşamın var olamayacağı sembolik rahimler şeklinde gösterir. Når dyrene...’de kelimenin tüm fiziksel göndermelerini barındıran bir ‘canavar anne’yle karşılaşıyoruz: Anne insan fizyolojisinden uzaklaşarak yavaş yavaş canavara dönüşmekte, kızı Marie de bu ‘hastalığı’ genetik miras olarak taşımaktadır. Marie cinsel ilişkiye girip ‘ilk kan’ı döktükten -geçiş ayinini tamamladıktan- sonra, anne yerini kızına bırakarak sahneden çekilir. Canavar dişinin ilk döktüğü kan kendisine aittir, sonrakilerse diğerlerine, erkek evlatlara... Ama bu durum filmi kadın düşmanı veya anti-feminist bir anlatıya dönüştürmüyor çünkü burada ortaya çıkan ‘canavar anne’yi örneğin Kırmızı Başlıklı Kız’da büyükannenin yerini alan kurttan veya Pamuk Prenses’in ölümcül üvey annesinden ayıran çok önemli farklar var: Öncelikle, Lilith söylencesinden bu yana üretilen kadın düşmanı ‘canavar anne’ anlatılarının tersine bu öyküdeki figür seyirciye kötülük kaynağı olarak değil, dramatik yapının merkezindeki temel özdeşleşme nesnesi olarak sunuluyor. Kahramanımız ‘canavar anne’dir –fiziksel olarak gerçekten canavarlaşan anne ve kızı- onu etkisiz hale getirmek için uğraşan erkekler ve erkekleşmiş kadınlar ise olumsuz figürlerdir. Kuzey dinlerinin en büyük tanrısı Odin’in oğlu Thor’un ismini taşıyan baba ise etkisiz elemandır -söz artık tanrıya değil, tanrıçaya aittir.

İkinci olarak, klasik ‘canavar anne’ anlatılarında genç –ve mutlaka bakire!- kızların kurtuluşu daima erkeklere bağlıdır –Kırmızı Başlıklı Kız’da ormanın tanrısal nitelikli ataerkil figürü avcı, Pamuk Prenses’te ise önce onu öldürmekle görevli avcı, sonra yedi erkek cüce ve bir de prens olmak üzere tam dokuz erkek genç kızı ‘canavar anne’den kurtarmak için seferber olur- çünkü bu hikâyelerin aslî derdi kızların canavardan kurtulması değil, ileride ‘canavar anne’ye dönüşmelerinin engellenmesidir. Yani aslında erkekler bu kızları kendi egemenliklerini korumak için kurtarmaktadır -böylece ortaya terbiyeli ve bağımlı hanım hanımcık anneler çıkması garanti altına alınmış olur. Oysa Når dyrene...’de toplumsal cinsiyet üzerinden kurumsallaşmış her türlü yapının dağılışına tanık oluruz.

Filmin bir yerinde Marie’nin bir tavşan deseninin altında uyuduğunu görürüz. Bu öncelikle Alice’i Harikalar Diyarı’na sürükleyen rehbere, ikinci olarak da kadınlığa bir göndermedir -Jung’a göre tavşan kadın arketipinin en bilinen sembollerindendir. Bu sahnenin devamında kadınlığının rehberliğine uyan Marie kendini büyük bir cesaretle toplumun içine atar –vücudunu kaplayan kılları tıraş etmez, pençeye dönüşmek için deforme olan parmak uçlarını saklamaya gerek görmez vs. Aslında bu haliyle bile ‘tehdit’ değildir, erkeklerin algılama biçimi onu bir tehdide dönüştürür. Sonuçta genç kadını canavarlaştıranlar sürekli kendi otoritelerini vurgulamaya çalışan bir grup zorba erkektir -Marie’nin yardımına koşan Daniel ise kızı kadınlık gücünden uzaklaştıran masal erkeklerinden değildir, bunu bir tür ‘eşitlerarası ilişki’ olarak gördüğü bellidir.

Kuzeyde neler oluyor, bu tür anlatılar hangi sosyolojik değişimlere denk düşüyor bilemiyorum ama, etkisini biraz da güneyde, “Kadının tabiatı bağlanmaktır, ait olmaktır! Erkeğinki öyle değildir; erkek kadına ait olmaz, sahip olur!” diyerek erkek canavarlığını meşrulaştıran ucubelerin harman olduğu ülkelerde görmek hoş olurdu doğrusu...