Hava puslu, soğuk… Böyle havalarda yapacak bir şey yoksa ya uyunur, ya kitap okunur. Latife Tekin’in yeni çıkan iki romanından “Sürüklenme”yi okuyorum. Başlayınca bırakmadı kitap. Ama nedense kitabın başlarında, taksici tuhaf adamın sözleri, takılıp kalmıştı zihnimde: “Benim de aklım basmamıştı önceleri, dersimi aldım sonra, ağırlığını kaybeden beden insan nerede boşluk açılırsa oraya savrulup gider.”

Bu aralar ne de çok duyuyordum boşluk sözcüğünü, içerideki boşluk kadar insanı yoran bir şey yok. İyi boşluk var, kötü boşluk var… Psikoterapide yapılan şey, danışanın anlattığı hikâyedeki boşlukları doldurmaktır bir bakıma. Birbirinden kopuk gibi gözüken bağlantılar yorumlanarak birbirine bağlanır, bütün bir hikâyeye ulaşılmaya çalışılır. Ama sağlanan her yeni bütünlük, dışarıda bir şeylerin kalmasına neden olur, yani hikâye farklılaşır. Zaten söz konusu insansa, hikâye de sürekli değişmez mi; değişmemesi, takılınıp kalınan, tekrarlayan döngüler değil midir insanı rahatsız eden. Akışın önündeki engeller kalktıkça insanın rengi yerine gelir, kan dolaşımının düzene girmesi gibi.

Bir de kötü boşluk var, insanı tüketen, duygularıyla ve hayatla bağını kesen. Boşluk duygusunun dayanılması zor varlığı, insanı sürekli bir şeyler yapmaya iter, olmadığı kişilere bürünmeye, gerçekte istemeyeceği şeyleri istemeye, kararsızlığa ve dağılmaya neden olan. Bu yüzden hafta sonları ve tatillerde daha da artar boşluğun yıpratıcı etkisi, “yapma”ya ara verilmiştir çünkü. Boşluk içindeki insan, içine başka birini almaya korkar, yutulma ya da dağılma endişesi…

Winnicott, çocuğun yaşadığı tümgüçlülük yanılsamasının anne tarafından empatik olmayan yanıtlarla sert ve erken engellenmesinin bir sonucu olarak görüyordu sahte kendiliği, yani çocuk kendi ihtiyaç ve taleplerinden vazgeçip annenin veya başkalarının taleplerine göre kendini oluşturmaya başlıyordu. Boşluk duygusu tam da bu sayede tohumlarını atıyordu insanın içine, çünkü hakiki kendilikle bağlantı zayıflıyordu. Bir de buna tüketim toplumunun haseti kışkırtan yapısı eklenince… Sosyal medyada yediği içtiği her şeyi paylaşmanın, nasıl eğlendiğini ve mutlu olduğunu göstermenin bir yanı da, haset edenlerin haset ettirme çabası değil midir farkında olmadan?

Boşluk duygusundan, insanın duygularıyla temasa geçerek, gerçek içsel ihtiyaç ve taleplerini yaratıcı bir biçimde dış gerçeklikle örtüştürmesiyle kurtulunabilirdi. Winnicott’ın bu çözüm önerisi, 68’in öncü sanat akımlarından Sitüasyonistlerin “şiirsel enerji”sini getiriyor akla. Sitüasyonistlerden Vaneigem, doğan her çocuğun yaratıcı bir şiirsel enerjiye sahip olduğunu, dayatılan koşullar yüzünden o enerjinin dağılıp yok edildiğinden şikâyet ediyordu. Boşluk duygusu da, umutsuzluğu ve kederi yayarak başkalarını kontrol etmek isteyen güçlerin, insanı tecrit edilmiş bir varoluşa sürüklemesinin bir sonucuydu.

Latife Tekin, “Sürüklenme”yle ilgili verdiği bir röportajında, insanın uçuculuğundan bahsediyordu. Laing, “Bölünmüş Benlik” kitabında, Winnicott’ın tespitlerini tartışırken benzer bir ifade kullanır, fantezileşen ya da uçuculaşan insanı anlatırken. Uçuculaşma, insanda boşluğa ve bölünmeye neden olur, zamanla içerideki boşluk nefret, korku ve hasetle dolar…

Bütün mesele, acımasızca kendini insana dayatan gerçekliğe teslim olmadan onu kabullenmekte, fanteziye kaçmadan, hayal gücü aracılığıyla yaratıcı bir biçimde onu değiştirebildiğimiz ölçüde varız çünkü.