Bazen belgesel estetiğiyle ilgili derslerde, birbiriyle bağlantılı biçimde olumsuz örnek olarak gösterdiğim iki film var. İlki Garip (2005), Neşet Ertaş’la ilgili bir Can Dündar belgeseli. Türkiye’ye dönüşünden başlayarak Neşet Ertaş’ın hayat öyküsünü anlatan film kendi başına olumsuz ya da kötü bir anlatı değil; bu çağda hâlâ tanımayanlar olsa da -bkz. Nil Karaibrahimgil- bir tek sevmeyeni bile bulunmayan iyi bir insan ve muhteşem bir âşık hakkında, TV ortamı gözetilerek yapılmış bir belgesel.

Garip’i bir ders malzemesine dönüştüren asıl ikinci film: 2007 tarihli bir RTE belgeseli. NTV’de yayımlanan bu filmi de Can Dündar yapmış. Ve ne yazık ki iki filmi estetik düzeyde birbirinden ayıran hiçbir farklılık yok...

Herhangi bir anlatıyı çözümlerken kullanılan en temel estetik kuralını biliyorsunuz: İçerik biçimi belirler; ne anlatmak istiyorsanız ona uygun bir biçimsel yapı belirlersiniz. Bu bağlamda, hadi belgesel karakterlerinin insanî özelliklerini bir yana bırakarak tartışalım, müzisyen Neşet Ertaş’ı anlatan bir filmle politikacı RTE’yi anlatan bir filmin birbirinden dağlar kadar farklı olması beklenir. Oysa Can Dündar Neşet Ertaş’ı nasıl anlatmışsa RTE’yi de aynı şekilde anlatıyor; aynı işitsel ve görsel tonlamalar, aynı kurgu anlayışı, aynı müzik kullanım tarzı… RTE’nin her zaman böyle zalim bir insan olmadığına, iktidarın gücünü tattıkça gaddarlaştığına dair bir argümanı ne kadar naif bulsam da tartışma konusu olarak kabul edebilirim. Ama ne yaparsanız yapın, nereden ve nasıl bakarsanız bakın, RTE hakkında konuşurken Neşet Ertaş’ı anlatırken kullandığınız ifadelerle konuşamazsınız.

Belgesel film tarafsız değildir. Gerçi hiçbir film tarafsız değildir -istese de olamaz- ama belgesel hiç değildir! Kamerayı koyacağınız yeri belirlediğiniz andan itibaren olay/olgu/kişiler hakkında nesnel değil öznel bir bakış açısı sunmaya başlıyorsunuz demektir.

Can Dündar’ın Neşet Ertaş’la RTE’yi aynı kefede tartmadığını, böyle korkunç bir insanlık hatası yapmayacağını, buradaki sorunun sadece belgesel sinema estetiği üzerine yeterince kafa yormamaktan kaynaklandığını ben de biliyorum tabii. Ama sonuçta durduğumuz yeri anlamlı kılan şey üretimimiz oluyor. Bu yüzden RTE belgeselinin bulunduğu Youtube sayfasında bir yorumcu şu sözü söyleyebiliyor: “Yaşamıyor olsa, tanımasak inanacağız dediklerinize, 200 yıl sonra anlatın, belki inanan biri çıkar.”

İnananlar tabii ki çıkacaktır! Biz bugün 200 yıl sonra yaşayacak torunlarımızın bakıp sorgulayacağı tarihi yapıyor ve yazıyoruz; bu yüzden ortaya üçüncü bir filmin, bir sürü ‘üçüncü film’in çıkması gerekiyor…

Üçüncü filmlerden biri
Ülkenin başında faşist olduğu herkes tarafından bilinen, elinde olsa diplomatik savaşlarla yetinmeyip doğrudan sıcak savaş çıkaracak bir lider var. Onun ilgisi ve bilgisi dahilinde istihbarat birimleri komşu ülkeye silah, mühimmat ve para taşıyor. Hem de bunu özgürlük ve demokrasi adına yaptıklarını söyleyerek!

Peki o silahlar ne oluyor? Komşu ülkedeki korkunç iç savaşta kullanılıyor. Silahları gönderen ülkenin yetkilileri -başta ‘başkan’ olmak üzere- bu konuda çıkan haberleri yalanlıyor, ülkeye sadece insani yardım malzemesi gönderildiğini söylüyor.

Bu konularda aslında çok pervasızlar. Mesela aynı iktidar tayfasının Afrika’daki bazı zulüm organizasyonlarına da ülkelerini kan gölüne çevirsinler diye silah yardımı yaptıkları biliniyor.

Sonra bir gazeteci çıkıyor ortaya ve komşu ülkedeki o korkunç savaşın bizzat kendi ülkesinin yönetimi tarafından nasıl sürdürülüp desteklendiğini belgeleriyle açığa çıkarıyor.

Gazeteci bundan böyle kendi çıkarlarından başka kriter ve değere sahip olmayan eli kanlı rezil iktidarın hedef tahtasında olacaktır.

İşte Oliver Stone’un yönettiği 1986 tarihli Salvador böyle bir hikâyeyi anlatıyor…