I. Dünya Savaşı’nın başından II. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar giden yaklaşık 30 yıllık dönem ise, küreselleşme dalgasının kırıldığı bir dönemdir. 1917’de Sovyet Devrimi bu kırılmaya hem mekânsal/demografik hem ideolojik boyut katacaktır.

Üçüncü küreselleşme dalgasının sonu mu?

Oğuz OYAN

Sermayenin değerlenme alanının küresel ölçeğe yayılması, kapitalist sistemin doğası gereğidir. İlerde (birkaç yüz yıl veya bin yıl sonra) insanlık Güneş sistemine yayılırsa ve kapitalizm hâlâ geçerli olursa (!), değerlenme alanının bu ölçeğe genişleyeceği varsayılabilir. Ama kuşkusuz bu bir spekülasyondur. Şimdilik iki nedenle: Bir, kapitalizmin ömrünün bu kadar uzun sürmesi mümkün olmadığından. İki, sürse bile, dünya dışı yerleşimlerde komünizm dışında bir seçenek mümkün olamayacağından. Neyse biz şimdilik dünyada kalalım!


Kapitalist üretim ilişkilerinin yeniden üretilmesi, belirli bir sınıra vardıktan sonra, genişleyerek gerçekleştirilebilir. Kuşkusuz mekânsal sınırların aşılması önceliklidir ama sömürü ilişkilerinin derinleştirilmesinin de içerilmesi gerekir. Bu arada kapitalizm-öncesi kalıntıların veya kapitalizmi aşan bir sosyalist sistemin varlığının ayak bağı olarak görülmesi de kaçınılmazdır. Dünyada hiçbir ülkenin/toplumun kapitalist ilişki/sömürü ağının dışında kalmaması esastır. Mali ve askeri emperyalizm bunun için vardır.

18 ve 19. yüzyıllarda, feodal ilişkilerin ve kapitalizmin gelişmesine sınırlar koyan feodal düzenlemelerin (örneğin iç gümrük vergilerinin, ticaret yasaklarının/imtiyazlarının) nihai olarak aşılması, kapitalizmin kuruluş aşamasının alan temizliğinin esasını oluşturur. Ulus-devletlerin kurulması bunun en uygun siyasi/idari aracı olarak ortaya çıkmıştır. Ancak henüz 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren birinci küreselleşme dalgası Avrupa’dan başlayarak dünyayı sarmıştır. (1860’tan itibaren Birleşik Krallık’ın Avrupa ülkelerini serbest ticaret anlaşmalarına zorlaması bunun öncülüdür). Yaklaşık 40 yıl süren bu dalganın sonunu getiren I. Dünya Savaşı olacaktır.

I. Dünya Savaşı’nın başından II. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar giden yaklaşık 30 yıllık dönem ise, küreselleşme dalgasının kırıldığı bir dönemdir. 1917’de Sovyet Devrimi bu kırılmaya hem mekânsal/demografik hem ideolojik boyut katacaktır. 1930’lar boyunca etkisini hissettirecek 1929 Büyük Depresyonu ise içe kapanma eğilimlerini pekiştiren son darbe olacaktır. Birinci küreselleşme dalgasının egemen gücü Birleşik Krallık “iki savaş arası” dönemde bu konumunu yitirmiştir. Almanya, Hitler döneminde askeri yoldan ve kestirmeden bir hegemon adayı olmaya yönelmişse de, mali/ekonomik yönden desteklenmeyen bu teşebbüsü yenilgiyle sonuçlanmıştır. Bu dönemde ekonomisini ve askeri kapasitesini güçlendiren ABD ise II. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında sahneye yeni hegemon olarak güçlü bir giriş yapacaktır.

İkinci küreselleşme dalgası

1944’ün ABD liderliğindeki Bretton Woods Anlaşması, IMF ve DB’nin ikiz doğumuyla birlikte, izleyen 30 yılın uluslararası ekonomik çerçevesini belirleyecektir. Bu dönemde, daha içe dönük ve dolayısıyla daha bölüşümcü (Keynesyen) politikalar geçerli olacaktır. O kadar ki, 1980’lerin sonuna gelindiğinde dünya uluslararası ticaret hacminin dünya gayri safi hasılasına oranı hâlâ birinci küreselleşme döneminin sonunun (1914’ün) gerisindedir.

Birinci küreselleşme dönemi, sürece gecikerek katılanlar da dahil, bir sanayileşme dalgasıyla özdeşleşmektedir. Küreselleşmenin kesintiye uğradığı “iki savaş arası” dönemde, bu kesintinin sağladığı avantajlardan (bir küresel hegemonun kural koyma gücünün olmamasından) yararlananlar da bu kervana katılacaklardır. Bu hegemonya boşluğundan yararlanan ülkelerden biri de Türkiye olacaktır.

İkinci küreselleşme dönemi esasen dünya genelinde kalkınma-sanayileşme politikalarının öne çıktığı, özellikle de savaşın ağır tahribatını görmüş ülkelerde yeni sanayileşme atılımlarının yaşandığı bir dönem olacaktır. Bu dönemde sömürgelerin peş peşe siyasi bağımsızlıklarını kazanmaları, Çin ve Küba’nın sosyalist sisteme katılmaları da sermaye birikiminin yönünü geçici olarak içe döndürecektir.

İkinci küreselleşme dönemi aynı zamanda «ikinci gıda rejimi» ile de büyük ölçüde örtüşecektir. Bu gıda rejiminde, gelişmiş ve görece bağımsız ülkelerde, tarıma dönük iç destekler ve korumacı politikalar belirleyici önemde olacaktır. Tarımda modern tekniklerin ve girdilerin kullanımında, tarımsal verimlilik artışlarında önemli atılımlar görülecektir. ABD, Marshall Yardımı’yla, tarımsal ihracatına verdiği desteklerle, tarımsal fazlalarının hibe/damping ve diğer haksız rekabet yollarıyla eritilmesiyle, tarım politikalarını yeni bir hegemonya aracı olarak kullanacaktır. Daha sonra AB’ye dönüşecek olan ekonomik bütünleşmenin en temel bileşenlerinden biri ise Ortak Tarım Politikası olacak ve Avrupa bu sayede ABD’nin tarım alanındaki dayatmalarına erkenden direnebilecektir.

Covid-19 pandemisi tam kapanma süreçleriyle tüm dünyada ekonomiyi kötü etkiledi.Covid-19 pandemisi tam kapanma süreçleriyle tüm dünyada ekonomiyi kötü etkiledi.



Üçüncü küreselleşme dalgası

1970’lerde sermaye birikim sorunlarının ortaya çıkmasının sonucunda, İngiltere ve ABD öncülüğünde 1979/1980’den itibaren tüm dünyaya neoliberal politikalar dayatılmaya başlanacaktır. 1980’li yıllar boyunca şekillenen ortodoks neoliberal birikim modelinin kurallar çerçevesi, 1989’da Washington Uzlaşısı adıyla düzenlenecektir. Sıralanan ilkeler üç alanda yoğunlaşacaktır: “İçerde kamu mali disiplini; içerde liberalizasyon ve piyasacı yaklaşım; uluslararası ilişkilerde ise dışa açılma (ticaretin ve sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi)”. (O. Oyan, “Ortodoks mu olsun heteredoks mu?”, Birgün Pazar, 16.01.2022). Türkiye, 24 Ocak-12 Eylül-Özal rejimi döneminde bu “deregülasyon” politikalarının erken ve heveskâr bir uygulayıcısına dönüştürülecektir.

Ancak bu düzenleme rejiminde, özellikle de sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesinin etkisiyle, 1990’larda birçok mali krizin tetiklenmesine tanık olunacaktır. Böylece, neoliberal politikaların yeni kurallara uydurulması (“reregülasyon”) gerekecektir. 1999’da kabul edilen Post-Washington Uzlaşısı, piyasa (sermaye) aktörleri ile kamu yönetimi arasında ortaklaşa yönetimin (yönetişimin) zorlanmasını; kurumların ve özellikle para yönetiminin siyasal etkilerden arındırılmasını; döviz kuru ile işgücü piyasalarının esnekleştirilmesini; toplumsal rızanın arttırılması bakımından yolsuzluk ve yoksulluğa karşı mücadele eden, sosyal haklar gerçekte geriletilirken sosyal güvenlik ağlarının yaygınlaştırılması yoluyla daha görünür kılınan bir “sosyal devlet” inşasını öngörecektir.

“Üçüncü gıda rejimi” de esas olarak bu dönemle çakışmaktadır. 1990’lardan itibaren artık tüm dünya küresel gıda-girdi zincirlerini oluşturan çokuluslu şirketlerin denetimine girdiği; yeni üretim, destekleme ve ticaret kurallarının DTÖ, IMF, DB, AB ve OECD üzerinden ülkelere dayatıldığı; iç desteklerin ve ihracat teşviklerinin tasfiye edilmesini, ithalatta korumacılığın kaldırılmasnı içeren bir Tarım Anlaşması›nın ülkelere empoze edilmeye çalışıldığı bir yeni-emperyalist aşamadır bu. Türkiye hem 1980›lerde hem de 2000›lerde bu baskılara boyun eğen ülkeler grubu içinde yer alacak ve sadece girdiler değil, tarım ürünleri bakımından da dışa bağımlı niteliği pekişecektir.

Dünya ticaret hacminde 1990’lar sonrasında artık hızlı sıçramalar gerçekleşecektir. Bununla birlikte üçüncü küreselleşme dalgası, gelişmiş/sanayileşmiş ülkeler bakımından bir sanayisizleşme süreciyle de özdeşleşecektir. Burada iki etken rol oynayacaktır. Birincisi, daha yüksek değerlenme oranları peşindeki sermaye, kâr oranlarının düşme eğiliminde olduğu sanayi(ler)den çıkıp finans alanının cazip ve spekülatif değerlenme alanlarına kayacaktır. İkincisi, sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesinin de kolaylaştırıcı etkileriyle, sanayinin/şirketlerin gelişmiş ülkelerden daha düşük üretim (emek) maliyetlerinin olduğu çevre ülkelere taşınması süreci («delocalisation”) hız kazanacaktır. ABD bunun tipik ama ayrıksı olmayan örneklerinden biridir; birçok Avrupa ülkesi de aynı yolu izleyecektir.

Sermaye hareketlerinin 1990’lardan itibaren hızla uluslararasılaşması kuşkusuz yalnızca doğrudan yabancı yatırımlarla sınırlı olmamış, bu akımı çok aşan ölçeklerde sıcak para akımlarına yol açmıştır. Ama buradaki çerçevemiz, sanayileşme/sanayisizleşme süreçleri ile üçüncü küreselleşme dalgasının ilişkilendirilmesidir. Türkiye gibi 1980›ler ve 2000›lerde dış güdümlü iki büyük altüst oluş süreci yaşadıktan sonra bağımsız iktisat politikaları geliştirme yeteneğini yitiren bir çevre ülkesinde, henüz sanayileşmesini belirli bir yetkinlik düzeyine getiremeden “erken-sanayisizleşme” süreci çalışmaya başlayacaktır. Bu kuşkusuz emperyalist “Batı”nın arzuları hilafına değildir. Ama aynı şeyi kendi sanayi göçü için de söylemek artık zordur.

Küreselleşme dalgalarının bazı simgeleri

Her üç dalga, bazı simgeler üzerinden de betimlenebilir. Birinci küreselleşme dalgasının tarihi olarak öncü simgesi telgraftır. Telgraf, haberleşme olanaklarını günler, haftalar, aylar düzeyinden dakikalara indirerek devrimci bir dönüşüme aracılık etmiştir. Bu bakımdan, telgraf olmadan bir küreselleşmeden bahsedilemezdi. Buna daha sonra telefon da eşlik edecektir. Her ikisinde de Atlantik denizinin aşılmasıyla yeni bir aşamaya geçilecektir. Bu dönemin bir diğer simgesi radyodur. Ama radyonun (ve telefonun) asıl geliştiği ve yaygınlaştığı dönem, küreselleşmenin kesintiye uğradığı iki savaş arasında olacaktır.

İkinci küreselleşme döneminde bu ilk dönemde geliştirilen iletişim araçları iyice yetkinleştirilecek, bunlara yaygınlaşan bir televizyon ağı da eklenecektir. Bu dönemde aynı zamanda bilgisayarlar evlere değilse de araştırma merkezlerine, büyük işyerlerine girmeye başlayacaktır.

Üçüncü küreselleşme döneminin iki büyük atılımı olacaktır: Kişisel bilgisayarlar ve internet teknolojisi. Bunların gelişmesine bağlı olarak sosyal iletişim ağları ve platformlarında sarsıcı yenilikler (“sanal gerçeklik”, vb.) ortaya çıkacaktır.

Kapitalist emperyalizm, teknolojik üstünlüğünü ve sermaye birikiminde arayı iyice açmış olmasını, sosyalist sistemin içerden çökertilmesinde bir manivela olarak kullanacaktır. 1991’de artık rakipsiz kaldığına inanılan kapitalist sistemin sözcüleri, «tarihin sonunu» ilan etmeye hazırdırlar. Ancak tarihin akışı bunu boşa çıkarmakta fazla gecikmeyecektir.

Üçüncü dalganın sonu geldi mi?

Gene simgesel işaretler üzerinden gidilebilir. 1990’larda 3. Gıda Rejimi’nin boğucu baskılarının orkestra şefi rolü verilen DTÖ’nün genel merkezine 11 Eylül 2001’de tarihin en büyük terör saldırısının düzenlenmesi, terör odağından bağımsız olarak, bir erken işaret olarak yorumlanabilir.

İkincisi ve daha sistemik/kalıcı bir işaret ise, tüm dünyayı sarsan ve etkileri hâlâ hissedilen 2008 finansal krizi olacaktır. (Bkz. Özgür Orhangazi, Türkiye Ekonomisinin Yapısı, İmge, 2020, s.49-57). Böylece, “sistemin veya neoliberal düzenleme rejiminin sonu” tartışmaları için koşullar artık oluşmuştur. Dizginsiz (kontrolsüz) bir liberalizmin, kapitalist sistem açısından sürdürülme sorunları yaratabileceği artık gündemdedir. Daha önceden zaten Fransa’da yeşermiş olan, Çin›in sunduğu deneyimlerle de beslenen, «ekonomik yurtseverlik» kavramı 2008 sonrasında daha yaygın olarak telaffuz edilmeye başlanacaktır.

Trump dönemiyle (2016-2020) birlikte dünyanın en büyük ekonomik gücü tarafından da benimsenecek olan bu kavram Amerikan yatırımlarının yeniden ülkeye dönmesi için teşvik-baskı politikalarının arka planını da oluşturacaktır. “Ekonomik milliyetçilik”, “korumacılık”, “yeniden-sanayileşme”, kısa zaman önce yapılan Fransız seçimlerinde farklı siyasi çevrelerin -liberal Macron dahil!- ağzından düşmeyen kavramlar olacaktır. Bu tartışmanın fazla içerik kazandığı söylenemese de, eskiden dokunulmaz kabul edilen “liberalizm” kavramının en azından gözden düştüğünün tescili anlamına gelmiştir.

Üçüncüsü, 2020 ve sonrasındaki Covid-19 pandemisinin ekonomik etkinlikleri sınırlandırıcı ve değiştirici rolüdür. Küresel meta zincirlerinde kopuşlarla yol alan bu yeni süreç, ABD-Çin rekabetinin kızışmasından (veya ABD’nin kendisine yetişen Çin’e yaptırımlar uygulama niyetlerinden) de beslenmektedir.
Son olarak, Ukrayna savaşının bir ülkeye bugüne kadar görülmemiş boyutlarda ekonomik yaptırımlar uygulanmasıyla beraber gitmesi, liberal hukuk amentülerini temelden sarsmakta; bu arada NATO’nun yeni bir genişleme/konsept değiştirme hamlesiyle daha saldırgan bir konumlanmaya geçmesiyle, neoliberalizmin sahte sıfatlarının bir bir dökülmesi anlamına da gelmektedir. Liberalizm ile demokrasi arasında kurulan sahte birlikteliğin iyice çözüldüğü ve yanlış varsayımlarla “kutsanmış” bir “liberal-demokrasi” döneminin sonlarına gelindiği de birçok burjuva devletindeki faşizan uygulamalarla pekişmektedir.

Sonuç: 'Re-lokalizasyon' bir çözüm mü?

Re-lokalizasyon, neoliberal paradigmanın veya hatta daha dar anlamda sanayisizleşme eğiliminin tersini oluşturacak bir araç olamaz. Fransa özelinde verilen iki zıt örnekte de (Aurélien Bernier, “Relocaliser ne suffit pas. L’impasse du marché”, Le Monde Diplomatique, Mart 2022) doğrulanan şey budur: Birincisinde, sanayisini ülkeye geri getirmesi için birçok devlet teşvikinden yararlanmasına rağmen, yüksek maliyetleri taşıyamayan bir işletmenin çöküşü ve ücretlilerin işlerini yitirmesidir. İkincisi, işletmesini ana ülkeye taşırken canlı emek yerine robotik sanayiye yatırım yaparak başarılı olan sanayicidir. Ama bu ikinci örnekte de, siyasetçilerin dillendirdikleri “istihdam yaratma” etkisi sıfırdır. Kıssadan hisse: Yeni bir sanayileşme atılımı, ekonomik/politik çerçevenin tümüyle değiştirilmesini gerektirir. Bu çerçeve de yeni bir kamu ekonomik girişimciliği olmadan, yağmalanan kamu işletmeleri yeniden devletleştirilmeden, dış bağımlılık ilişkileri reddedilmeden çizilemez.

Üçüncü küreselleşme dalgasının tökezlediğine dair pek çok işaret ortaya çıkmıştır. Ancak süreçleri mutlaklaştırmamak gerekir. Tamamen bittiğini söyleyebilmek için yerine ne geçtiğini de söyleyebilecek durumda olunmalıdır. Dünyada kızışan ekonomik-askeri çatışma durumları, bir genel savaş olasılığının yükselmesi, artık zayıflayan bu küreselleşme dalgasının sonunu çok daha kesin biçimde getirebilir.