Bugün geldiğimiz noktada okullar sosyal eşitsizlikleri yeniden üreten ve toplumdaki güç dağılımını sistematik bir biçimde sürdüren kurumlara dönüşmüş durumda.

Uçurum çok derin!
MESEM'lerde öğrenciler işçi haline getiriliyor. (Fotoğraf: AA)

Nejla DOĞAN

Geçmişte kamucu politikaların -görece- en çok yoğunlaştığı alanlardan biri olan eğitim, son yıllarda kamusallığının daraltılması yönünde yoğun bir saldırı yaşıyor. Kamusal alan daraldıkça, “hak temelli eğitim” de gittikçe buharlaşıyor. Eğitim bir “hak” olmaktan çıktığında, bir eşitsizlikler alanına dönüşüyor. Çünkü kişinin aldığı eğitim, doğrudan sosyo-ekonomik koşullarına bağlı hale geliyor.

Nitekim hem Türkiye hem de dünya ölçeğindeki raporlarda Türkiye’deki eğitim eşitsizliklerine ilişkin iki önemli bulgunun güçlenerek sürekli tekrarlandığı görülüyor. Bunlardan ilki; Türkiye’de farklı toplumsal sınıfların erişebildiği eğitim ile sosyal, ekonomik ve kültürel sermaye arasındaki bağın açık bir biçimde gözlemlenmesi. İkincisi; eğitimin ve eğitimin içermesi gereken bütünleyici olanakların eşit ve adil dağıtımı açısından Türkiye’nin hemen her konuda dünya sıralamasının en gerilerinde olması.

Peki, genç kuşakların sonuçlarına bugün net bir biçimde maruz kaldığı bu eğitim eşitsizlikleri hangi politik zeminde kuruldu ve nasıl bu kadar kanıksanır hale geldi?

Özellikle son yirmi yılda oldukça saldırgan bir biçimde hayata geçirilen neoliberal politikalar, eğitimin anlam, amaç ve tanımında köklü bir değişim yarattı. İlk olarak; eğitim liberal ölçütler doğrultusunda bir kâr-zarar hesabına indirgenerek, bu alandaki harcamalar olabildiğince sınırlandı ve eğitimin kamusal hizmet olarak tanımlanmasından vazgeçildi. İkinci olarak; yine piyasa mantığıyla, sadece üst sosyo-ekonomik sınıfların satın alma yoluyla iyi bir eğitime erişebildiği, orta sınıfların parası kadar eğitime ulaşabildiği, alt sınıfların ise niteliksiz eğitimde eşitlenerek, olabildiğince dinselleştirilip işçileştirildiği seçkinci bir eğitim modeli benimsendi.

Eğitimdeki bu neoliberal dönüşüme eklemlenen dinsel dönüşüm ise bu iki maddenin hayata geçirilmesi açısından en önemli manivela oldu. Çünkü can havliyle kamudaki imam hatipleşmeden kaçan toplumsal kesimler, parasız nitelikli eğitimin temel bir yurttaşlık hakkı olduğunu, sadece bir önceki kuşağın bile bu haktan yararlandığını hiç bilmiyormuşçasına bundan vazgeçtiler ve bu alandaki mücadele büyük oranda sahipsiz kaldı. İşte bu da eğitimdeki eşitsizlikleri bir norm haline getiren dönüşümün daha hızlı bir biçimde yerleşmesine neden oldu.

Yoksullara eğitim yok

Bugün geldiğimiz noktada okullar sosyal eşitsizlikleri yeniden üreten ve toplumdaki güç dağılımını sistematik bir biçimde sürdüren kurumlara dönüşmüş durumda. Gelir dağılımındaki uçurum üzerinden şekillenen eğitim olanakları ve bu olanakların biçimlendirdiği toplumsal işbölümü, daha eğitimin ilk kademelerinden itibaren özellikle yoksul çocukların geleceğe yönelik tercihlerini ve sınıfsal hareketliliğini engelliyor; yaratıcılığını ve potansiyelini bastırıyor, onları eğitim aracılığıyla vasıfsızlaştırıyor. Eğitimin içeriği de bu vasıfsızlaştırma amacına uygun olarak sermayeye hizmet edecek temel becerilerin aktarımıyla sınırlanıyor. Böylece ucuz işgücü üzerinden rekabete dayalı büyümeyi esas alan Türkiye piyasası için, güvencesiz, esnek ve düşük ücrete çalışacak bir emek gücü yaratılıyor.

Varsılın varsıllığını, yoksulun yoksulluğunu çocuklarına miras olarak aktarmasında kilit rol oynayan bu eğitim politikalarının, farklı sosyal sınıflara hangi seçenekleri sunduğuna baktığımızda, uçurumun boyutları da daha açık hale geliyor.

Örneğin mevcut eğitim koşullarının varsıllara sunduğu seçenek ve olanaklar; yaratıcılık, girişimcilik, eleştirel düşünme, kendini özgürce gerçekleştirme, yaşamsal olmayan ilgiler ve hobiler edinme, geçim kaygısından muaf olarak eğitimini ve mesleğini seçebilme, boş zaman kullanabilme, geleceğin iş ve yönetim kadroları için sürekli motive edilmeye uygun bir eğitim sürecidir.

Aynı eğitim politikalarının yoksullara sunduğu seçenekler ise okulöncesi çağda isen, mahalledeki sıbyan mektebidir. Bir çiftçi çocuğuysan ve köyünde okul yoksa, seçeneğin taşımalı eğitim ya da bir tarikat yurdudur. Ailen geçim sıkıntısı yaşıyorsa seçeneğin, okuldan ayrılıp çalışmak, çalışmaktan zaman kalırsa açık liseden diploma almaktır. Ailen mevsimlik tarım işçisiyse, her yıl okuldan birkaç ay uzak kalmaktır. LGS için yeterli maddi yatırımı yapmadıysan ve yüzde onluk dilime giremiyorsan seçeneğin “niteliksiz” eğitime, büyük ihtimalle de bir meslek lisesine ya da imam hatibe mecbur kalmaktır. Yoksul bir göçmensen çalışmaktan okul yüzü görmemektir. Bir kız çocuğuysan eğitim hakkı ilk gözden çıkarılansındır. Üniversite öğrencisiysen, aldığın KYK kredisini kat be kat faiziyle ödemeyi göze almak, bir yandan da yarı zamanlı iş kovalamak, barınmaya para vermemek için bir tarikat-cemaat yurduna razı olmaktır.

Hal böyleyken yoksullar için ne yaratıcılığa ne özgür seçimlere ne eleştirel düşünmeye ne hobilere ne tatile yer var. Milyonların gerçeği tam olarak bu… Bu gerçekliğin ilkçağın köleci toplumundan ya da Orta Çağ’ın feodal toplumundan bir farkı var mı? Bugün köleliği, serfliği, aristokratik ayrıcalıkları meşru görmüyoruz. Oysa mevcut eğitim politikalarının ürettiği, tam da bu türden ayrıcalık ve eşitsizlikler. Bu nedenle dar gelirli aileden gelen bir çocuğun -çok özel bir yeteneği ya da bilişsel gelişimi yoksa- ana sınıfından yükseköğretime kadar iyi bir eğitimle karşılaşma olanağı sıfırlanmış durumda.

Çıkış yolu kamucu müdahale

Peki, bu cendereden bir çıkış yok mu? Öncelikle şunu söylemek gerekiyor: Liberallerin “senin tercihin”, dincilerin “senin kaderin” diye bize sunduğu bu eşitsizlikler, ne tercihimiz ne de kaderimiz. Yukarıda belirtildiği gibi, daha bir kuşak öncesine kadar -artısıyla eksisiyle- güçlü bir kamusal eğitim deneyimimiz var. Eğitim eşitsizliklerinin hegemonik olarak inşa edilmesi ve kabul görmesi özellikle son yirmi yılda gerçekleşti. Dolayısıyla yakın geçmişteki kamusal deneyim ve haklarımızı hatırlamak, bu deneyimi daha ileriye taşıyacak bir kurucu iradeyi göstermek gerekiyor –ki bu da sol kamucu bir iradeyi zorunlu kılıyor.

Eğitimi yeniden bir eşitlik alanı olarak yapılandırmanın yolu, bugün bize imkânsızmış gibi gösterilen, oysa son derece makul ve uygulanabilir olan kamulaştırma politikalarından geçiyor. Tüm eğitim kurumlarının ve yurtların kamulaştırıldığı, eğitimle ilgili borç ve ödemelerin ortadan kalktığı, her kademedeki öğrenciye en az bir öğün ücretsiz yemeğin sağlandığı, barınma ve ulaşım sorunlarının kamu eliyle çözüldüğü, eğitimi bütünleyen sosyal-kültürel hakların tüm okullarda erişilebilir hale geldiği bir politika, eğitimin eşit ve adil dağıtımını da olanaklı hale getirecek. Bunun için fazladan bir bütçeye de gerek yok, halkın kaynaklarını sermayeye aktarmak yerine halk için kullanmak yeterli olacak.

Bu eşitlikçi politikalar aynı zamanda eğitimi salt istihdam yaratma amacından uzaklaştırarak, pozitif anlamına da yaklaştıracaktır. Tüm yurttaşlara ücretsiz ve koşulsuz bir haklar bütünü olarak sunulan eğitim, kişinin mesleki seçimlerinden bağımsız olarak kendini gerçekleştirmesine, yeteneklerini keşfetmesine, ilgilerini hayata geçirmesine olanak sağlayarak, insanlık onuruna yaraşır bir toplumsallaşmaya da temel olacaktır.