Yoksullaştık şatodaki hizmetçi kızın dediği gibi. Yoksulların, çalışanların sırları olmaz. Onlar kendilerini, görüşlerini gizlemeye tenezzül etmezler. Sır, alıp kaçanlarda, aldıkları rüşvet dağ gibi yığılanlarda, halkı kandıranlarda, satacak bir şey kalmayınca denizi doldurup ona buna ucuz pahalı satanlarda, ırmakları kurutanlarda olur.

Uçuyoruz gerçeklerin üzerinden

Gelecek bilinebilir bir şey değildir; hayal edilerek gerçekleştirilebilir yalnızca. Gençtim ama genç olduğumu bilmiyordum, “Oldum artık ben” diyordum. Geçip giden hayallerin birikintisi içinde kendime gelmeye çalışırken, çölde şekilleri sürekli değişen kumulların üstünde o tuhaf derviş söyledi. “İyidir” dedi, “İyidir hayal, iyidir seni kendin olmaya doğru uçuran her şey. İyidir sakladığın bütün sevdaları sana bir bir gösteren sırrı aynanın.” O günlerden beri hep aynanın arkasında ne var onu merak ederim. Aynanın sırrının yansıtmaktan başka bir şey olmadığını söyleyenlere de hiç inanmadım. “Hayal içindeki gerçeği arıyorum ben” dedim. “Oradadır” dedi ihtiyarlar. Aynanın içindeyim.

Uçuyorum.

Parlak kristal avizelerin salonları olağanüstü büyüten ışıklarının altında duvardaki kenarları oymalı, ince nakışlarla bezeli büyük aynanın önündeyim şimdi. Aynanın yansıttığı sırrın içinde o eski zamanlarda yaşamış şatonun hanımefendisinin, düşesin, kontesin dekoltesi cömert elbisesinin kat kat eteklerinin hışırtısını duyuyorum. Gülüyorum sonra kendi kendime. Burası bir şato, bir saray, burada sır çoktur; aynalar bu kadar sırrı nasıl taşısın. Şatonun bodrum katında şarap mahzeninin iki kat üstündeki mutfakta hizmetçilerin ucuz giysileri de hanımefendilerin giysilerine benziyor; dekolteleri biraz daha tertipli yalnızca. Oradaki küçük aynada hiçbir şey görünmüyor, hiçbir sır yok. “Neden?” diye soruyorum hafifçe eğilerek beni selamlayan küçük hizmetçiye. “Biz yoksuluz, yoksulların sırrı olmaz, tıpkı paraları gibi” diyor gülerek.

Uçuyorum

Batı burası, Batı’da bir manastır. Yoksulluğu yücelten tarikatların, şatafat ve zenginlik düşkünü rahiplerin yeri. Ama biz de Doğu’da, yoksulluğun yüceltildiği yerdeyiz. Bizde de şatafata düşkün değil mi yoksul müritleriyle zikrederken kendilerinden geçen şeyhler, şıhlar… Lüks otomobillerle gezer, çok şık kaftanlar giyer, yeşil sarıklar taşır, taht misali koltuklara gömülüp el öptürür, kendi TV kanallarında ahkâm keserken tarif ettikleri cennetin de inananların beklentilerini karşılayacak cömertlikte olmasına özen gösterirler. Fark yoktur yani, ayna aynı ayna, sır aynı sır, toprak aynı toprak, gökyüzü aynı gökyüzü, karanlık aynı karanlık. Doğu’da da Batı’da da cadı avı benzer motiflerle işliyor. Engizisyon yöntemleriyle Doğu’nun yöntemleri arasında yalnızca biçimsel ve zamanla ilgili farklar vardır. Kimi zaman yarışırlar. Kimin aklına gelir ki “günah” işlemiş kadını toprağa gömüp taşlayarak öldürmek. Aynadaki sırda İsa’nın “Kim günahsızsa ilk taşı o atsın” dediği rivayet edilir ama kimse İsa’yı dinlememiş, ilk taş da sonraki taşlar da yağmur gibi yağmıştı. Bizde recm yerine çekip silahı vuruyor, bıçaklıyor, pencereden atıyorlar. Ruhum kararıyor benim de.

Uçuyorum.

İçinden geçip gitmiş

Aynanın arkasındaki karanlık öndeki parlaklığı anlatır ya da karanlık aydınlığı üretir. Birisi olmasaydı ötekiyle çelişmeseydi hayat olmayacaktı; yaşam ölümdür çünkü: “Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden” denilmiştir ama yukarıya çıkıldığında göreceli bir hızla inilir merdivenlerden. Sonra gerçeklere ulaşılıyor; birbiriyle sıkı sıkı bağlı, birbirini çoğaltan, hızlı, yavaş, acı dolu ya da su gibi akıp giden, kimilerinin anlamakta zorlandığı da bu. Neden anlamazlar işte onu bilmiyorum. İşte büyük kısmı alacakaranlıkta tamamlanmış “değişimi” göremeyen, yalnızca “Kaybedecekler. İlk seçimde işleri bitiyor” diyen arkadaşları görüyorum köşede; büyük bir ağacın altında maske, mesafe kuralına uygun bir şekilde toplanmış, söyleşiyorlar. Anayasa Mahkemesi’ne “Sen de artık çok oldun yeni düzene uydurulman lazım” diyenlere de gülüyor, “Anayasa değişikliği yapacak güçleri yok ki” diyorlar; meşruiyet aşkı parlıyor gözlerinde.

Bezginlik çöktü üstüme, uçmasam mı artık. Yok, silkiniyorum, açıyorum kanatlarımı.

Uçuyorum,

“Solculuğun içinden geçmiş bir insanım” diyor, besbelli “âlim” birisidir; kulak kabartıyorum. İçinden geçtiyse hani… “Bu solcular” diye başlıyor ve “siyaseti, içinde durdukları toplumun mevcut dengelerini, sosyolojik- kültürel- ekonomik verilerini temel alarak yönetme faaliyeti olarak tanımlamıyorlar.” Böbürleniyor işte garibim. “Büyük bir davanın parçası olma duygusu, iktidar için siyaset üretme çabasından daha baskın oluyor bunlarda” diye bizi gösteriyor avenesine. Güzel söylüyor, aynadaki sırrı açıklıyor aslında; değişim önüne çıkan engellere tutunarak, takılarak gerçekleştirilir sanıyor. Aynaya bakmıyor, baksa görecek. Tam arkasında duran solcu gülerek bakıyor aynadaki aksinin içinden, sessizce konuşuyor; “İnsanlar tarihlerini kendileri yapar; ama onu özgür iradeleriyle değil, kendi seçtikleri koşullar altında değil, dolaysız olarak önlerinde buldukları verili, geçmişten devrolan koşullar altında yaparlar.” Nasıl gerçekçi hayaller kurduğumuzu, “insanlar”la “yaparlar” arasındaki hayali gerçek kılma meydanını görebilirler mi bilmiyorum ama kimseyi bekleyecek değilim.

Uçuyorum ben.

Savaş yoksulluğun kardeşidir

Yukarıdan, bulutların üstünden bakıyorum, aşağıda karanlıkta gölgeler yeni durumları haber veriyor, memleketin dört bir tarafında savaş tamtamları çalıyor. Ne oldu nerden çıktı bu tamtamlar? Yok, olup gitmiş Osmanlı’nın yerine Cumhuriyet kurulduktan sonra savaş görmedik biz; milyonları Hitler’in eliyle öldüren büyük savaşın bile kıyısında kalmayı başarmıştık da ne oldu şimdi. “Yok” dedi içimdeki ses, “Kıbrıs’ı, Suriye’yi, Kore’ye asker gönderdiğimizi unutma.” Unutmadım ki, arızalara karşın savaşa girmemeyi başarmadık mı? Emperyalistler ordularını limanlarımıza kadar getirip “Hadi hep beraber giriyoruz Irak’a” dediklerinde “Hayır!” demedi mi Meclis? Dedi evet ama bir kazaydı o. Olsun o kazayla bir büyük suçun dışında kaldık. Peki, bu ne şimdi? Gökyüzü karardı, yağmur yağıyor, uçabilecek miyim, bilmiyorum, çünkü yoksullaştık bu arada. Dolar, euro aldı başını gitti. “Döviz önemli değil” diyor Bakan. “Biz pozitif olanların hepsine bakmadık” diyor Sağlık Bakanı da. Yoksullaştık iyice.

Yoksullaştık şatodaki hizmetçi kızın dediği gibi. Yoksulların, çalışanların sırları olmaz. Onlar kendilerini, görüşlerini gizlemeye tenezzül etmezler. Sır, alıp kaçanlarda, aldıkları rüşvet dağ gibi yığılanlarda, halkı kandıranlarda, satacak bir şey kalmayınca denizi doldurup ona buna ucuz pahalı satanlarda, ırmakları kurutanlarda olur. Uçmadan önce ihtiyarların kitaplarını karıştırırım, orada okumuştum bu son söylediklerimi de. Oradan oraya koşuyorum, çaresiz bir kuş gibi çırpınıyorum. Ne kadar çok bela var memleketin üstünde, ne kadar çok alıp kaçan var işte köşede toplanmışlar yine. “Belgeler belgeler” diye koşuyor gazeteciler, Pelin değil mi o çırpınarak koşan?

Açtım kanatlarımı uçuyorum.

***

İyi değiliz. Ölümlerin artmasından belli, her gün ölü sayılarını açıklayan tablolar yayımlanıyor, ama o sayılar yalnızca salgın kurbanlarının özeti. Yukarıdan bakıyorum herkesin yüzünde bir maske. Yüzümüzü kapatıyoruz demek ki. Görünmek istemiyoruz. Virüse karşı ölümden önceki son çarenin, maskenin yüzümüzü kapatmasında da bir sır var sanki. Belki de utanıyoruz canına okuduğumuz doğadan. Gerçeklerden kaçan, saklanan, yüzünü gizleyen, istikbaline baktıkça bir mücrim gibi titreyen âşıklara benziyoruz. Maske bizi korumaya çalışırken aynanın arkasından yeni emirler geliyor; “Susun, sessiz olun, toplanmayın.”

Uçakların gürültüsü top seslerini bastırıyor, Suriye’den, Libya’dan, Azerbaycan - Ermenistan sınırından geliyor bu sesler. Savaşın sesidir, barış kapatmazsa kapıyı kendisi de gelecek. Nâzım’ı dinleyin, Brecht’i okuyun... Uçun...

Uçuyorum ben...