Uğur Böceği, Gerwig’in tek başına yazıp yönettiği ilk film. Ne anlattığı hikâye ne de anlatım biçimi çok yenilikçi, çok özel, ama Gerwig hiç yanlış adım atmıyor

Uğur Böceği: Bir büyüme hikâyesi

Greta Gerwig’i ilk olarak Noah Baumbach’ın Greenberg’inde gördüğümde anında etkisi altına girmiştim. Bu oyuncuda özel bir şeyler vardı. Çok geçmeden Gerwig, Baumbach’ın “Frances Ha”sı ile ödüller aldı ve ünlendi. Gerwig sadece oyuncu da değildi. Senaryo da yazıyordu ve bir filmde de ortak yönetmenlik yapmıştı. Uğur Böceği, Gerwig’in tek başına yazıp, yönettiği ilk film. Çok da iyi bir film. Evet, ne anlattığı hikaye ne de anlatım biçimi çok yenilikçi, çok özel değil ama Gerwig hiçbir yanlış adım atmıyor. Film başından sonuna, insancıllığını, samimiyetini ve komik-dokunaklı üslubunu yitirmiyor.

Filme adını veren Christine’i, yani kendi kendine verdiği isimle, Lady Bird’ü Saoirse Ronan canlandırıyor. İngilizcede uğur böceğinin karşılığı olan sözcük “ladybug”. Lady Bird bu sözcüğe gönderme yapsa da aynı değil. Bayan Kuş gibi bir anlamı var. Keşke bir sürü filmde olduğu gibi filmin adı aynı bırakılsaymış, çünkü Lady Bird sonuçte bir özel isim.

Film, 17 yaşındaki Lady Bird’ün ilk aşklarını, ilk sevişmesini, ilk hayal kırıklıklarını ve nihayetinde üniversiteye adım atmasına kadar giden süreci anlatıyor. Ama filmin asıl ekseni Lady Bird’ün annesiyle çatışması üzerine kurulu. Lady Bird, kıt kanaat geçinen bir ailenin kızı. Anne bir hastanede psikolog, baba işsiz ve depresyonda. Evlatlık olduğunu sandığım erkek kardeşi ve onun sevgilisiyle ilişkileri iyi değil Lady’nin. Sacramento adlı küçük kentindeki yaşamından memnun değil, “entelektüel” New York’ta okumak istiyor Lady’miz. Korumacı annesi ise, kızını güvende olsun diye devlet lisesine değil, paraya kıyıp, rahip ve rahibelerin denetimindeki özel bir Katolik okuluna göndermiş! New York, anne için son derece korkutucu bir yer, üstelik de çok pahalı. Dolayısıyla kızının Sacramento’da ya da yakında bir üniversitede okumasını istiyor. Annenin kızından beklentileriyle, kızın hayattan beklentileri arasındaki çelişki filmin temel çatışmasını oluşturuyor. Lady Bird sağa sola yalpalayarak, kimi zaman özentilikler yaparak, kendi yolunu bulmaya çalışıyor.

Hem Saoirse Ronan hem de annede Laurie Metcalf çok iyiler. Ben yan rollerdeki Beanie Feldstein, Timothée Chalamet, Tracy Letts, Lucas Hedges (Manchester by the Sea’den tanıyoruz) ve Odeya Rush’ı da çok beğendim. Kısacası herkes çok iyi oynamış, oynatılmış. Filmin Oscar’larda ulaşabileceği her ödülü almasını dilerim.

*****

Savaştan Sonra: Irkçılık, ensest ve cinayet

Savaştan Sonra, çok uzun bir süreyi ve çok sayıda kahramanı konu edinen filmlerin zaafını taşıyor. Kısacası yüzeysel kalıyor, bölüm özetlerinden ibaret havası taşıyor. Biri Beyaz ve görece zengin, diğeri Siyah ve görece yoksul iki ailenin II. Dünya Savaşı öncesinden başlayıp sonrasında devam eden hikayesini konu alıyor film. Üst katmanda ırkçılık ve sınıfsal eşitsizlik filmin anlatısını oluşturuyor. Fakat alttan alta da Sofokles’in Kral Oidipus’uyla yarışacak kadar net bir Ödipal karmaşa hikayesi de var. Filmin başında bir flash forward’da, Beyaz ailenin iki erkek kardeşini babalarının mezarını kazarken görüyoruz. Aşırı yağmur altında yapılan bu iş sırasında küçük kardeş Jamie (Garret Hedlund), suyla dolan çukurdan çıkamıyor. Abi Henri (Jason Clarke), merdiven almaya gidince Jamie abisinin kendisini boğulup, ölmeye terk ettiğini sanıyor ve paniğe kapılıyor. Henri merdivenle döndüğünde kardeşinin paniğine anlama veremiyor. Neden seni öldüreyim ki, diye soruyor kardeşine. Nedenini filmin sonunda anlıyoruz.

ugur-bocegi-bir-buyume-hikayesi-434684-1.Bundan sonrasında Jamie karakterine psikanalitik bir yorum getireceğim; dikkat, spoiler var: Jamie ile Henri’nin babaları Pappy (Jonathan Banks) katı, sevimsiz ve ırkçı biri. Jamie babasından nefret ediyor. Henri ise babasıyla özdeşleşmiş, onun ırkçılığının daha hafif bir versiyonunu miras almış. Jamie’nin de abisiyle babasını özdeşleştirdiğini söylemeye gerek yok. Jamie daha ilk tanıştığı andan itibaren abisinin karısı Laura’yla (Carey Mulligan) flört ediyor. Henri’nin, Jamie için bir baba figürü olduğunu düşünürsek, Laura da bu klasik şemada anneye karşılık geliyor. Jamie, tıpkı Kral Oidipus gibi babasını öldürüyor ve sembolik annesiyle yatıyor. Bütün bunlardan habersiz olan abisi karşısında suçluluk duyduğu için, onun kendisini cezalandıracağından korkuyor. Başlangıçtaki sahnede abisinin kendisini çukurda boğulmaya tek edeceğinden korkması bu yüzden.

Bu tablonun kimseye mutluluk getirmemesi ve trajik bir biçimde sonlanması beklenir ama film ırkçı ve zorba babadan değil, savaş travması sonrası stres sendromu yaşayan katil ama eşitlikçi oğuldan yana. Görece umutlu bir finalle sona eren film, sanki Ödipal karmaşayı tarihin ilerletici güçlerinden biri olarak gösteriyor. Babayla özdeşleşen abilerden yana değil, babayı öldüren ve anneyle yatan kardeşlerden yana tavır alıyor.

*****

Kızıl Serçe: CIA iftiharla sunar

Şimdi bu film tüm dünyada yasaklansa insanlık bir şey kaybetmeyeceği gibi, aksine kazançlı çıkar. Bu film alenen nefret söyleminden ibaret; ırkçılık derecesinde Rus düşmanı, tabii bunun içinde komünizm düşmanlığı da var. Sovyetler Birliği çökeli çok oldu, Rusya’da iyi-kötü bir sosyalizm değil vahşi kapitalizm var artık. Ama Hollywood için Rusya hala “kızıl” yani gomonist! Filmin kahramanı ve filme adını veren Rus ajanı Dominika Egorova’nın (Jennifer Lawrence) komünistlikle uzaktan yakın alakası yok, hatta o Rusya’yı satan bir vatan haini ama sıfatı hala kızıl yani komünist! Ne alaka derseniz, kel alaka!

Konu kısaca şöyle: Prima ballerina Dominika Egorova, hasta annesiyle yaşayan masum bir genç kadındır. Derken, “I, Tonya”nın Tonya Harding’inin Nancy Kerrigan’a yaptığı gibi, Sonya adlı bir rakibesi tarafından bacağı kırdırılır. Putin’e benzeyen Vanya amcası (Matthias Schoenaerts) çıkagelir ve Dominika’ya eğer ajan olursa hayatının kurtulacağını, annesinin de iyi bakım görebileceğini söyler. Aksi taktirde yoksulluk dışında bir seçeneği yoktur Dominika’nın çünkü her nedense Rusya’da herşeyi devlet kontrol etmektedir. Ha, pardon, bunlar Rustu yani komünistti, orda da herşeyi devlet kontrol eder, ondan olsa gerek.

ugur-bocegi-bir-buyume-hikayesi-434685-1.Ajan olmak, bir tür kendini satmaktır o kadar. Charlotte Rampling’in utanmadan oynadığı müdirenin denetiminde genç kızlar, herkesin karşısında seks yapmaya zorlanırlar mütemadiyen. Ajanlık eğitimi budur! Ama Dominika, buradan namusuyla mezun olur. O esnada Amerika için çalışan bir Rus köstebeğinin kimliği açığa çıkarılmaya çalışılmaktadır. Nate Nash adlı (Joel Edgerton) CIA ajanı bu köstebeği korumaya çalışırken yolu Dominika’yla kesişecek ve tabii ki hepsi çirkin olan Rus erkekleri karşısında avantajlı konumundan faydalanacaktır.

Son yıllarda hep izlediğimiz üzere, CIA ajanı yine kurtarıcı rolündedir yani. Tıpkı vizyondaki Black Panther’de ya da Dünyanın Bütün Parası’nda (bu filmdeki emekli bir ajan) olduğu gibi. CIA’nin geliştirdiği, yüksek volümle heavy metal dinletme tarzı işkenceler artık Rusların yöntemidir. CIA sadece iyilik yapar. İyi ve asil Rus, vatanına ihanet edip, Amerika’yla işbirliği yapan Rustur filme göre.

1950’lerdeki Soğuk Savaş dönemi Amerikasına geri dönmüşüz demek. Yakında McCarthy dönemine benzer bir cadı avı da başlarsa şaşırmamalı. Filmi yöneten Francis Lawrence (Açlık Oyunları vs.) memur bir stüdyo yönetmeni, tamam anladık. Filmin dayandığı kitabın yazarı da eski bir CIA ajanı, onu da anladık. Peki Jeremy Irons ve Charlotte Rampling gibi arkalarında bir tarih yatan oyuncuların bu kepazelikte işi ne? Jennifer Lawrence, Matthias Schoenaerts, Joel Edgerton filan efsane olmuş isimler değiller diyelim ama bu büyük isimler nasıl utanmıyorlar? Açlıktan nefesleri mi kokmuş? Nedir yani? Ben hepsi adına utandım. Frances McDormand Altın Küre ödül töreninde, #metoo yani tacizi ifşa etme hareketine gönderme yaparak, Hollywood’un güç yapılanmasında bir deprem olduğundan söz etmişti. O kadar saçma ve komik ki bu sözler. Bırakın depremi, Hollywood hiç olmadığı kadar sistemin hizmetinde: Ataerkil, muhafazakâr, antikomünist ve göz boyamacı.