İktidar, kurduğu rejimin doğası gereği, en son Fatih Portakal’a yönelik “ense patlatma” tehdidinin de gösterdiği üzere, mutlak biat, mutlak sessizlik istiyor ve bu da büyük ölçüde gerçekleşmiş durumda.

Meclis partilerinin hiçbiri etkili siyaset yapamaz, oyun kuramaz, alternatif sunamazken Meclis dışı yapılar ise güçsüz. Sendikalar etkisiz, işçi hareketi zayıf, şu kriz ortamında bile ses getirecek kitlesel eylemler yapılamıyor. Televizyonlar, gazeteler, üniversite -cılız birtakım sesleri saymazsak- koroya katılmış durumda, geriye kalanlar ise susuyor. Velhasıl iktidar açısından asayiş berkemal, ülkede yaprak kımıldamıyor.

Öte yandan aynı rejim, yine doğası gereği, birilerinin biat etmemesine ve ses çıkarmasına muhtaç durumda; çünkü dost-düşman ikiliği üzerine kurulan siyaset, içeride ve dışarıda kendine düşmanlar bulmaksızın istediği hızda ilerleyemiyor, bilakis tökezliyor. Yani rejimin varlığını devam ettirebilmesinin yolu, seçmen tabanını bir tehditle karşı karşıya olunduğuna ve iç ve dış düşmanlara karşı sürekli teyakkuz halinde bulunmak gerektiğine inandırmaktan geçiyor.

İşte bu nedenle, yerel seçimlere üç buçuk ay gibi bir zaman kalmışken, ülkede yaprak kımıldamadığı ve bunun nedeni bizzat iktidarın kendisi olduğu halde, yine aynı iktidar bu yaprak kımıldamama halinden hiç de memnun değil.

Çünkü düşman bulunamadığında, çünkü toplum yapay bir şekilde kutuplaştırılamadığında ve taban teyakkuza geçirilemediğinde gerçek sorunlara odaklanılabiliyor ve bu sorunların gerisinde iktidarın olduğu fark edilebiliyor, bu da örneğin 7 Haziran seçimlerinde olduğu gibi sandığa yansıyabiliyor.

Bu yüzden Kılıçdaroğlu ve Fatih Portakal tehdit ediliyor, bu yüzden Gezi dosyası yeniden açılıyor, bu yüzden Suriye’de yeni operasyonlara hazırlanılıyor. Yani toplum yeniden din ve milliyetçilik üzerinden kutuplaştırılıyor. Böylece gerçek sorunların üzerinin bir süre daha örtülebileceği, bu sayede de seçimden yeni bir zaferle çıkılabileceği hesaplanıyor.
Seçimlere üç buçuk ay kalmışken bu gerçek sorunlara birkaç örnek verelim. Pazartesi açıklanan verilere göre sanayi üretimi geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 5.7 azalmış durumda, yani ekonomi hızla küçülüyor. İşsizlik oranı yüzde 11.4 ama DİSK “geniş tanımlı işsizliğin” % 18.4 olduğunu söylüyor, genç işsizliği ise % 20’nin üzerinde.

Bütçe rakamlarına bakıldığında da manzara benzer: Son iki ayda bütçe fazlası verilmiş olmakla birlikte, geçen seneye göre bütçe açığı iki katına çıkmış durumda. Öte yandan bütçe açığını da artıracak şekilde yapılan vergi indirimlerine rağmen beyaz eşya tüketiminin geçen yıla göre % 18 azaldığını görüyoruz. Yani insanlar tüketim olanaklarının sınırına gelmişler, harcamalarını iyiden iyiye kısmışlar.

Üstelik tüm bu veriler, seçime daha üç buçuk ay varken böyle. 31 Mart’a gelindiğinde toplum krizin etkilerini çok daha derin bir şekilde hissetmiş olacak, homurdanmalar ve tepkiler yükselecek, tüm bu tepkilerin sandığa yansıma ihtimali artacak.

Tam da bu nedenle bir yandan sokağın kriminalize edilmesine, sokağa çıkmanın bir suç gibi gösterilmesine karşı çıkarken, öte yandan provokasyonlara gelmemek, rasyonel hareket etmek ve toplumun gerçek sorunlarını siyasetin esas gündemi haline getirmek büyük önem taşıyor.

Ülke tarihinin en büyük krizine doğru doludizgin gidiliyorken, bu krizin nedenlerini ve sorumlularını topluma anlatabilmek, bir alternatif sunabilmek ve sahici bir kutuplaşma yaratmak gerekiyor. Sessizliği kıracak ve hakiki bir sesi yükseltecek çıkış yolu tam olarak burada.