Virüsün zaman çizelgesini biz insanlar belirlemiyoruz, virüs belirliyor. Sıkılsak, yorulsak, “Yeter artık” desek bile virüs bunları umursamayacak ve bizi kitleler halinde öldürmeyi sürdürecek. Kısa vadeli kazanımlar, uzun vadeli başarı anlamına gelmiyor

Ülkeleri geri açmak için çok erken!

Ne yazık ki sosyal mesafelendirme uygulamaları işe yarayıp, salgın birçok ülkede kısmen kontrol altına alındığı için, ABD başta olmak üzere birçok ülkede “normale dönme uygulamaları” başladı; hatta bu yazının yazıldığı sıralarda 1 milyondan fazla vakanın, 60 binden fazla ölümün olduğu ABD’nin bazı bölgeleri hiçbir şey olmamışçasına açılmaya başladı.

Bu, benim ve birçok diğer akademisyenin başından beri korktuğu ve uyardığı “gevşeme” ve “sıkılma”nın bir ürünü. Hatta bu durum, bilimsel olarak sabit ve net sosyal mesafelendirme ve karantina uygulamalarının başarısının yarattığı “Ya acaba o kadar da kötü değil miydi?” algısıyla birleşince, kitlelerin normale dönmek için acele etmesine neden oluyor.

Ama sormak gerek: Ocak 2020’de bu hastalığı duyduğumuzdan beri geçen 4 ayda ne değişti?

Virüse karşı aşımız var mı? Yok.

Virüse karşı ilacımız var mı? Yok.

Virüs, evrim veya çevresel etmenler dolayısıyla, kendiliğinden durdu mu? Hayır.

O zaman her şeyi geri açtığımızda, birkaç ay önce her şey açıkken olandan farklı ne olacak? Hiçbir şey!

Ülkeler, en başında da olduğu gibi, ekonomik zorluğu sağlık etiğiyle dengelemeye çalışıyorlar. Tabii sosyal izolasyonun psikososyal etkileri de bir risk unsuru. Ne var ki virüs, bizim psikolojimizi, ekonomimizi, sosyolojimizi umursamıyor.

Aslında hiçbir şeyi "umursamıyor", çünkü virüsler cansızdır ve sinir sistemleri yoktur. Dolayısıyla "umursama" davranışı sergileyecek bir zihne ve bilince sahip değillerdir. Ama virüse dışarıdan bakan biz insanlar, viroloji ve epidemiyoloji sayesinde virüsü ve salgını tanımaya çalışıyoruz ve gidişatı "insanmış gibi" (antropomorfik) bir dille anlatıyoruz. Ve anladığımız şu: Virüsün tek "derdi"; "umursadığı" tek şey üremek, kendi kopyalarını daha çok üretmek, yayılmak.
Bunu yapabilmek için de konak hücrelere ihtiyaç duyuyor. Hücreye giriyor, kendi RNA'sını enjekte ediyor, konak hücrenin (bu durumda insanın) proteinlerini kullanarak kendi RNA'sını okutuyor, kendi proteinlerini üretiyor, bu sayede kendinden milyonlarca kopya yaratıyor. Bunun için ne kadar çok konak hücre bulursa o kadar iyi.

Bir insanda o hücrelerden trilyonlarca var. Ama trilyonlarca hücreden daha iyisi nedir, biliyor musunuz? Katrilyon kere katrilyonlarca konak hücre! Ve insan popülasyonu virüse işte tam da bunu veriyor!

Bir insan diğerine ne kadar yakınsa veya ortak yüzeylere ne sıklıkla dokunursa, öksürük ve hapşırık yoluyla virüsün yeni konaklara bulaşması da o kadar kolay oluyor. Ve döngü böyle devam ediyor. Ya aşı/ilaç üretilene, ya popülasyonun en az yüzde40-70 civarı enfekte olana dek...

Bu yüzde, virüsün bulaşma hızı tarafından belirleniyor. Bir virüs ne kadar bulaşıcı ise, sürü bağışıklığına erişmek için gereken yüzde de o kadar yüksek oluyor. SARS-CoV-2 için yüzde 40-70 civarı hesaplanıyor; ancak henüz oradan çok ama çok uzaktayız! Oldukça problemli olup, halkın ne kadarlık bir yüzdesine hastalığın bulaştığını ölçen serolojik testlerin ABD ve Çin’den gelen verileri, halkın sadece yüzde 2-5 civarının hastalığı geçirdiğiniz gösteriyor – ki bu iki ülkenin ne kadar ağır etkilendiğini biliyoruz.

İşte bu nedenle ya baskılama uygulayıp aşı ve ilacı bekleyeceğiz, ya kontrollü bir şekilde insanları hasta edip sürü bağışıklığı (popülasyonun en az %40-70 civarının hastalığı geçirmesini) umacağız. Aşılar da özünde toplumu bu şekilde koruyor. Aşılar sayesinde, insanlara virüse karşı direnç kazandırabiliyoruz. Böylece onlar da bu yüzdeye dahil oluyorlar; hem de hastalığı tüm şiddetiyle geçirmek zorunda kalmadan! Yeterince fazla insan aşılandığında, “yapay” (insan yapımı) bir yolla, salgın “doğal” seyrini takip etmeksizin sürü bağışıklığına erişebiliyoruz. Diğer seçenek ise hiçbir önlem almadan (veya “kontrollü önlemler” alarak) salgını doğal seyrine bırakmak.

Henüz Aşı Yokken Normale Dönebilir miyiz?

Ama aşı ve ilaç halen yokken sürü bağışıklığı gütme konusunda birkaç sıkıntı var: İlki, bu virüs en iyi ihtimalle bile gripten 10 kat kadar ölümcül. Ülkeye, şehre, sosyoekonomik duruma, yaşa, cinsiyete, altta yatan sebeplere, vb. faktörlere bağlı olarak bu risk 50-60 kata kadar çıkıyor. Her yıl gripten yüz binlerce insanın öldüğünü biliyoruz; dolayısıyla koronavirüs nedeniyle eğer önlem almazsak milyonlarca insan ölecek.

İkincisi, koronavirüs bağışıklığı çok muğlak. Birkaç ay içinde yitirilebildiğine dair bulgular var. En iyi ihtimalle bile sadece 1-3 yıl bağışıklık kazanılıyor. Hatta bağışıklık ilk enfeksiyon sonrası hemen oluşmayabiliyor ve oluşana kadar tekrar enfekte olma ihtimaliniz var.

Dolayısıyla lamı cimi yok, bu hastalıkla kalıcı olarak mücadele edebilmek için aşı ve ilaç şart. Yoksa düzenli olarak milyonlarca insan bu hastalık nedeniyle ölecek. E o zaman neden sosyal mesafelendirme ve karantina uyguluyoruz ki? Nasılsa olacak...

Çünkü hastane kapasitesi kısıtlı.

Eğer ilk dalgayı öyle veya böyle atlattık, şimdi her şeyi açıverelim dersek, birden yüz binlerce kişi hasta olup hastanelere yığılacak. "Her şeyi geri açsak bile dikkatli oluruz, maske takarız, valla bak söz." desek bile böyle olacak. Çünkü insanları biliyoruz. Maskeleri çenesine takanlar mı istersiniz, sokakta virüse karşı korunmak için ağzını avcuyla kapatanları mı ararsınız… Bilinçli bir şekilde, dokunduğunuz her bir yüzeye ne zaman ve ne kadar süreyle dokunduğunuzun takibini yapmaya çalışın; insanlarla temas halindeyken yeterli önlem almanın ne kadar zor (hatta muhtemelen imkansız) olduğunu kendiniz de göreceksiniz.

Hastane ve sağlık personeli kapasitesi aşılınca, sadece virüs değil, aynı zamanda sağlık personelinin yetişememesi dolayısıyla da çok sayıda ek ölümler yaşanacak. Covid-19 harici hastaların ihtiyaçları da yeterince karşılanamayacak. Başından beri korkulan da bu.

"Bir açarız, bakarız ne oluyor, sonra kötü olursa hemen hop geri kapatırız." denebilir. Evet, yapabilirsiniz. Ama ne olacağı zaten çok bariz değil mi? Aşı yok. İlaç yok. Virüs değişmedi. Her şey ilk baştaki ile aynı. Tek değişen şu: İnsanlar "sıkıldı" ve tabii ki ülkelerin yola devam edebilmesi için para lazım. Ekonomik endişeleri çok iyi anlıyorum; fakat 1 insanın canının maddi değeri kaç liradır? Kaç lira kayba karşılık kaç canı koronavirüse feda etmeyi seçeceğiz?

Burada karşımıza çıkan bir diğer acı olasılık da, insanların nihayetinde bu virüsü "normal bir ölüm kaynağı" olarak kabullenmesi. İnsanlık, bunu daha önceden çok kere yaptı (diyabet, kalp, nadir hastalıklar, vs.). Her yıl bu "alıştığımız" hastalıklara kaybettiğimiz yüz binlerce, hatta toplamda milyonlarca insana pek kulak asmıyoruz. Ancak ateş ocağa düşünce, bunlar da aklımıza geliyor. Kim bilir, belki Covid-19 da böyle bir hastalığa dönüşecek.

En Tehlikeli Düşünce: "Artık gevşeyebiliriz!"

Buradaki en tehlikeli düşünce, alınan önlemlerin bilimsel olarak beklendiği gibi işe yarıyor olması... Yani sosyal mesafelendirme elbette işe yarayacak, sonuçta insanlar birbiriyle etkileşmiyorsa, virüs de yayılamaz. Dolayısıyla salgın kontrol altına alınabilir. Ancak bu, gevşemek için bir işaret değildir!
Çünkü sosyal mesafelendirmenin olmadığı durumda salgın, en baştakiyle birebir aynı olacaktır. Ancak insanlar, sosyal mesafelendirme etkisi alında yavaşlayan ve etkisi azalan virüsün "o kadar da kötü olmadığı" sanrısına kapılabilirler. Bu nedenle önlemleri erken gevşetip, gardlarını dayanaksız bir şekilde indirebilirler. Bu, virüsün yayılmak için tam da ihtiyacı olan şeydir!

Bu konudaki insan psikolojisini, aşı karşıtlarının psikolojisine benzetebiliriz. Aşılar gerçekten de işe yaradığı için, birçok hastalığı artık görmüyoruz. Ancak bu hastalıkları görmeden büyüyen nesiller, "Aman canım o kadar da kötü olamaz ya!" diye düşünüyorlar ve aşı karşıtlığı, aşılarla ilgili bir yığın saçma sapan yalan uydurarak bu tür bir ortamda rahatlıkla yayılabiliyor. Yani bilimin gerçekten çalışıyor olması, halkın bilimin olmadığı zamanlardaki durumları küçümsemesine neden oluyor; çünkü o durumları ya deneyimlemediler ya da unuttular. Bu da, aşıların bize verdiği müthiş gücün insanlar tarafından küçümsenmesine neden olabiliyor.

Aynı hataya sosyal mesafelendirme konusunda düşecek olursak, salgının hızla geri dönmesi veya halihazırda devam ettiği yolunda hızlanarak ilerlemesi de kaçınılmaz olacak. Bu nedenle tehlikeli düşüncelerden uzak durmalı, bilimsel gerçeklere ve uzman epidemiyologlara kulak vermeliyiz.

Peki tamamen geri açmak yerine, kontrollü bir aç-kapat yöntemi (İng: "intermittent social distancing") denememiz mümkün mü?

Kontrollü Aç-Kapat Yöntemi

Kontrollü bir şekilde parça parça aç-kapat uygulaması muhtemelen denenecek. Sonuçları hep birlikte göreceğiz; çünkü yöntemin başarısı, uygulamanın detaylarına ve insanların kuralları ne kadar takip edebildiğine çok bağlı. Disiplinli ülkeler bu yöntemi muhtemelen etkili bir şekilde uygulayabilecek; ancak disiplinli olma ve kurallara uyma konusunda sıkıntı çeken ülkelerde sonuçlar umulandan çok daha kötü olabilir.

Harvard Üniversitesi'nden araştırmacıların Science dergisinde yayınlanan makalesine göre sosyal mesafelendirme önlemleri en az 2022'ye kadar, belki 2024'ün sonuna kadar devam etmeli. Araştırmacıların kullandıkları model, daha önceden okurlarıma bir ihtimal olarak anlattığım "sezonluk virüs" haline dönmesi ihtimali üzerine duruyor. Bu ihtimal, SARS-CoV-2'nin yakın kuzenlerinin sezonluk doğasından ilham alıyor. Ve bulgular, tek seferlik karantina ve önlemlerin yeterli olmayacağını gösteriyor. İlaçlar ve aşı geldikten sonra kademeli olarak geri açılmalar başlayabilir.

Makalede, o zamana kadar aralıklı aç-kapa yapmanın sürü bağışıklığına giden yolda kullanılabileceği söyleniyor. Bu nedenle de ülkelerin bunu deneyeceğini düşünüyorum. Ama bu işin "bir kere yaptık, oldu bitti" olmadığını hatırlamak gerekiyor.

Şunu da anlamak gerekiyor: Aşırı sosyal mesafelendirme de tehlikeli. O durumda da hiçbir bağışıklık kazanmama ihtimali doğuyor. Bir miktar virüs yayılımı kötü bir şey değil; ama eksponansiyel trendlere dikkat etmek gerekiyor. Ancak biz ne kadar önlem alırsak alalım, elbette arada gözden kaçan eksikler olacağı için, karantina halinde bile virüs bir miktar yayılmayı sürdürecektir ve o miktar bile kademeli olarak sürü bağışıklığına ulaşmak için yeterli olabilir. Ülkeleri erkenden geri açarsak, ne olduğunu anlamadan kontrolü yine kaybedebiliriz.

Dr. Anthony Fauci’nin dediği şu sözleri aklımızdan çıkarmamamız gerekiyor: Virüsün zaman çizelgesini biz insanlar belirlemiyoruz; virüs belirliyor. Sıkılsak, yorulsak, “Yeter artık” desek bile virüs bunları umursamayacak ve bizi kitleler halinde öldürmeyi sürdürecek. Kısa vadeli kazanımlar, uzun vadeli başarı anlamına gelmiyor. Tam tersine! Kısa vadeli kazanımlara aldanmak ve bu nedenle hataya düşmek, uzun vadede Dünya çapında milyonları canından edebilir.
Uzun lafın kısası, bu virüsün, kuzeni SARS gibi kısa sürede unutulmasını beklemeyin.

Bu mücadele bir kısa koşu değil, bir maraton. Ve en erken yorulanlar, salgından en çok etkilenecekler.