Ülkem yok

İlker Ekici

Herkesin parmağını kaldırıp öğretmenin gözüne gözüne soktuğu yerde, ben kalemi sıranın altına atıp sorudan kurtulmak istiyordum o zamanlar. İç Anadolu’nun yağış biçimi nedir? diyordu soru. Bilmiyordum, benim ülkemde İç Anadolu yoktu. Sahar adıyla doğmuş bir çocuğun, içi de anası da dolusu da acıdan başka bir şey değildi.
Briket duvarlı evlerin yıkıntıları arasından bir pikapla göç ederken bıraktım tüm ülkemi: Birkaç oyuncak, ablamın Halep basmaları, annemin avludaki fırını, kafeste bir kuş, boş kovanlar, bir de tahta protez. O son roket düşünce babam tüm ülkemi ardıma bırakıp bir pikapa sığdırdı hepimizin ülke hayalini: Belki bir gün döneriz, ama şimdi gitmeliyiz.

Türkiye’ye yanan yolların içinden geçerek ulaşan pikabın sırtında üç çocuk, bir anne, bir babaydık. Urfa’da savaştan uzakta, bizim gibi olan niceleriyle birlikte herkesin kendi şehrini ve mahallesini övdüğü ve özlediği bir kampta hayata tutunacaktık işte.

Ben Sahar. Şimdilerde adım, mülteci kamplarından çıkıp hayatı değişen kız diye anılsa da savaş zamanlarında çocukluğunu ve ülkesini kaybetmiş, düşleri şarapnelle elinden alınmış bir gencim. Savaşın üstünden geçen 12 yıl sonra, Türkiye üstünden Kanada’ya kabul edilen bir akademisyen. Bugünün dünyasında ne Suriye’de savaş kaldı, ne Irak’ta. Bizler o acılarımıza gömdük çocukluğumuzu. Ve bugün, Kafkasya’da yaşanan savaşta yüzbinlerce çocuğun ülkeleri arabalara bindirilmesin diye çalışıyorum.

Kamptayken, okula gittiğimizde bize verilen eğitim, bizim Suriye’de aldığımız eğitimin gerisindeydi. Sadece benim için değil, tüm arkadaşlar için de geçerliydi bu. Ve sonra bizi, Türkçe’yi öğrendiğimiz için Urfa’da bir okula aldılar. Hafta içi her gün kamptan okula gidiyor, okuldan kampa dönüyorduk. Okul denilen yerde yaşananlarsa tam bir yıkımdı bize. Hep ötekiydik, hep üstüne yemek dökülen. Biz matematik dersinde iyiydik. Tüm sınıfsa sosyal bilgilerde açık ara öndeydi. İç Anadolu’nun yağışı, Ege’nin ırmakları, Doğu Anadolu’nun dağları bizimse patlayan şehirlerimiz, yıkılan ülkemiz, hayal kırıklıklarımız ve soruyu bilememe korkularımız.

Okul bitmeye yakın, kampa gelen o film yıldızı olmasa bugünkü ben olmazdım. Geldi, bizimle ilgilendi. Konuştuk onunla. Hem Suriye’de hem Türk okulunda öğrendiğimiz İngilizce bizi kurtardı adeta. İlk önce, yerinden kesik ayağıma baktı. Bombadan mı dedi. Hayır dedim, daha öncesinden mayından.

O gittikten sonra, kamp görevlileri beni ve ailemi çağırdı. Bana önce dışarıda beklememi söylediler. Annemi ağlarken gördüm, babam her zamanki gibi sigarasını içiyordu. Sonra içeri çağrıldım. Birleşmiş Milletler diye bir şeyin bir projesi varmış. Her kamptan bir öğrenci seçip Kanada’ya götürecekler, bu öğrenciler orada eğitim alacak ilerleyen dönemde de Birleşmiş Milletlerin çocuk programlarında görevlendirilecekmişler. Bu kamptan da ben seçilmişim.

Her şey çok hızlı gelişmişti. Hepi topu beş günde, Mayıs daha Haziran’a dönmeden Kanada’ya yollandık. Bizi Toronto’da bir okula yerleştirdiler. Ne Suriye’ye ne Türkiye’ye benziyordu bu okul. Öyle ki, her sabah arkadaşlarımız bize selam veriyordu. Hem de öğrendikleri iki kelimelik Arapçalarıyla.

Günler günleri kovaladı, yıllar yılları.

Üniversiteye geldiğimizde, artık Birleşmiş Milletler için çalışacak “neferler” olmuştuk. Bu arada, Suriye’de savaş bitmiş, üstüne Irak’ta başlamış o bile bitmişti. Üniversitede artık, bir araştırma görevlisi olduğumda ise savaş Kafkasya’ya gelmişti.

Ben büyüyordum, değişiyordum. Ama savaş hiç değişmiyordu. Hep aynıydı. Hep silah vardı ve hep çocuklar ölüyordu.

Artık, mülteciler için çalışan bir akademisyendim. Kampta keşfedilen bir engelli çocuk, artık engelli bir çocuk hakları savunucusuydu. Birleşmiş Milletler Mülteci Çocuklar Fonu’nun proje yüzü olarak seçilmiştim. Her dilde afişler yapılmıştı her ülkenin duvarlarını ve ilan panolarını süsleyen: Bir kız değişirse, hayat değişir.
İki fotoğrafım da vardı o ilan panolarında. Urfa’da kampta olmayan ayağındaki pantolon paçası içe doğru katlanıp o yokluğu gizlerken, diğer fotoğrafta ise, biyonik platin ayağımla giydiğim kumaş pantolonum, beyaz gömleğim, ceketim omuzlarımdan süzülen saçlarım. Fotoğrafa ben bakınca, herkesten farklı olarak savaşı yaratanların laboratuarında denek olan kendimi görüyordum. İnsanlarsa sadece küresel bir örgütün şefkatli çabasını.

Dünyanın tüm savaş alanlarında fotoğraflarım duvarları süslerken, Amerika’da da biliniyordum artık. 21.yüzyıl savaşları belgeselinin de öznesiydim. Neticede bunun da yönetmenliğini yapmaları kendinden beklenen bir davranıştı tabii.

Belgesel yayınlandıktan sonra, bir gün Amerikalıların takip ettiği bir gazeteci röportaj yapmak isteğiyle bana ulaştı. Tüm şefkatini, tüm merhametini dilinden düşürmeden sorularını sordu. Yıllar geçse bile, o bir Amerikalı gazeteciydi. Ve Amerika hiç değişmezdi.

Son olarak eklemek istediklerimi sordu. Gözümde çocukluğumun kopmuş ayağı, Urfa kamp kulağımda mayın ve bomba sesleriyle duraksadım ilkin. Ve söyledim 12 yıl boyunca, öğrendiğim ilk günden beri günlüğüme işlediğim o dizeleri. Bakın, isterseniz tüm röportajı siz uydurabilirsiniz. Samimiyetimle söylüyorum.

Ama bu bölüm aynen kalsın lütfen:
“Bir kadın olarak benim ülkem yoktur
Bir kadın olarak bir ülke de istemiyorum
Bir kadın olarak tüm dünya benim ülkemdir.*”
*Wirgina Woolf