Muslu Nalbantoğlu, Hakan Yakın, Suat Usta, Fatih Sonkaya, Baki Mercimek, Serkan Çalık...Bu oyuncuların tümünün ortak bir noktası var. Futbol eğitimlerini yurt dışında aldılar ve amatör, çoğunlukla da profesyonel kariyerlerine yurt dışında başladılar. Ardından Türkiye’deki kulüplerin ilgisini çekerek genelde 4 büyükler tarafından ülkeye getirildiler, daha sonra da bekleneni veremedikleri için ya ülkelerine döndüler ya da alt liglerde oynamaya devam ettiler. Bunlardan örneğin Hakan Yakın İsviçre’ye dönüp üst düzey futbolda top koşturabildi, ancak diğerleri bu kadar şanslı değildi. Hemen her sezon, yurt dışında, genelde de Almanya Ligi’ndeki takımlarda top koşturan oyunculara kulüplerimiz talip olurlar. Bugünlerde Gökhan Töre, Sercan Saraer isimleri ön planda. Peki ülkeye gelen gurbetçi oyuncuların, Hamit Altıntop gibi rüştünü en fazla ispatlamış olanlarının dahi zorlandığı ortamda, Gökhan İnler, Mevlüt Erdinç, İlkay Gündoğan, Mesut Özil gibi isimler nasıl başarı çizgilerini koruyorlar?
 
Öncelikle bir gerçeği kabullenmek lazım. “Gurbetçi” denen tanımın içine giren insanlar  ve bu insanların içinden çıkmış günümüzün genç futbolcuları 90’ların başında Türkiye’de doğup büyümüş gençlerden çok farklı bir yerdeler. Kültürleri sadece bir yöne doğru gelişmiş değil dolayısıyla da 4-5 yaşlarından itibaren aile ve ülke değerlerini sentezlemek zorunda kalan bir grubu oluşturuyorlar. Öncelikle içinden çıktıkları kültüre iyi bakmak lazım. İspanyol, Portekiz veya İtalyan gurbetçilerimiz yok. Batı Avrupa ağırlıklı veya Orta Avrupa’nın sanayileşmiş ülkeleri İsviçre ve Avusturya’dan çıkmış bir oyuncu grubu. Tabii ki bu ülkelerin, kendi çocuklarına verdikleri eğitimden geçiyorlar, futbol eğitimi de buna dahil. Disiplinli, kolektivizmi öne çıkaran, bireyden çok içinde bulunduğu takımın başarısını kollayan oyuncular. Hiçbirisine futbol okullarında daha çok adam geçenin veya daha sert şut çekenin naşarılı olacağına dair gerçekler öğretilmiyor. “Fundamental” denen temeller bunun üzerine kurulduğunda bunun tam tersi yönde bir futbol kültürüne sahip bir ülkeye ayak bastıklarında, asıl yabancılaşmayı hissetmeye başlıyorlar. Hem Mevlüt, hem Yıldıray hem Nuri Şahin, kendi ülke takımlarında gösterdikleri performansı gösteremedikleri için önemli eleştiriler aldılar. Muhtemelen kararlarını değiştirmiş olsalardı Gökhan İnler veya İlkay Gündoğan da aynı yoldan geçecekti. Dolayısıyla bu oyunculardan beklenilenle, onların ne gibi bir geçmişe sahip olduklarını göz ardı etmemek gerekiyor.
 
Bir diğer can alıcı nokta da bu oyuncuların sırf yurt dışı eğitimini aldıkları için birden, futbol yetenekleri üst düzey bir yıldız adayı olarak görülmemesi gerektiği. Bu oyuncular gelişimlerini tamamlayacakları ülkeden alınıp çok farklı futbol normlarına bağlı olmak zorunda bırakıldıklarında olgunlaşamadan dalından koparılmış bir meyveyi andırarak çürüyüp gidiyorlar.
 
Çılgın Çete geri döndü
 
Tam 10 yıl önceydi. Takımlarının Milton Keynes’a taşınması ve isimlerini Milton Keynes Dons olarak değiştirmesini kabullenemeyen bir grup “Çılgın Çete” üyesi (Wimbledon FC’nin lakabıydı) AFC Wimbledon adında, anıları yaşatacak bir kulüp kurdular. Kulübü kuracakları toplantıya bin tane taraftar katılmıştı. Vinnie Jones, Dennis Wise, John Fashanu, Lawrie Sanchez, Marcus Gayle, Robbie Earl gibi kulüp efsanelerine hiçbir zaman bağlılıklarını kaybetmeyerek köşeye atılmış, unutulmuş, üvey evlat muamelesi görmüş bir kulübü tekrar ayaklandırmak için çalışmaya başladılar. Öyle ki ortada kadro kuracak oyuncuları bile yoktu ve sezona başlayabilmek için bir “kariyer günü” düzenlemek zorunda kaldılar. 9. ligden başladılar yolculuklarına. Tırnaklarıyla kazıya kazıya bugün bulundukları yere, League Two yani 4. kademeye kadar geldiler. Onlar bunu başarırken Milton Keynes Dons küme düşmüş ama daha sonra League One seviyesine dönmüştü. Kader 10 yıl sonra ailenin şımarık çocuğuyla üvey çocuğunu karşı karşıya getirdi. İngiltere Federasyon Kupası 2. turunda eşleştiler. Milton Keynes ligde yükselme şansını zorluyordu, AFC Wimbledon ise kendi liginde küme düşmemeye oynuyordu. Ama maçın maneviyatı o kadar önemliydi ki son saniyeye kadar mücadele ettiler. Geri düştüler, beraberliği yakaladılar, maçın 89. dakikasında galibiyete direğin 10 santim solu kadar yakındılar, ama o top dönüp ağlarına gitti. Ülkenin her yerinden gelip gerçek “Dons” kimmiş tüm dünyaya göstermek isteyen binlerce taraftar (100 tanesi beraberlikten sonra sahaya atladı), 2-1’lik mağlubiyete razı oldular. Ama gün gelir devran döner, kasaları doldurmak için yapılan kapitalist manevralar karşılığını bulur ve umarız AFC Wimbledon hakettiği yere döner.