Ülkü Tamer

Ben belki dün ölmüştüm, belki de geçen hafta.”

İlk önce Barış Pirhasan’ın tweet’iyle haberim oldu. Barış, “Ülkü Tamer’i kaybettik... Şu anda düşünmek, konuşmak, yazmak gelmiyor içimden...” demiş. Ülkü’nün bir-iki fotoğrafını görmüş ama anlamamıştım. Yakıştıramadım demek. Şiirinin, dilinin hayranı olduğum kardeşim, kolejli ağabeyim Ülkü Tamer, Can Göknil’in dediği gibi, kuş misali uçup gitmiş.

Ayşe Sarısayın onu “Gün Sonu” şiiriyle hatırlıyordu.

““Kaç kelebek ömrü kadar ömür yaşadın?

Yetmez mi?

Kaç kelebek ömrü kadar ömür yaşadın...”

Seçkin Sayar, hep sevdiğimiz bir dizeyle veda etmişti:

“Hem dersini bilmiyor, hem de şişman herkesten”

PEN Türkiye ise, virgülü unutmamıştı: “Şiire virgülü eklemişti, şimdi bir virgül eksildi. Şiirin de, virgülün de boynu bükük kaldı. Ülkü Tamer. Virgülün şairi. Türkçenin çocuğu. Türkçenin gençlerinden. Çocukluğun Türkçesi.” Ve “Ülkü Tamer gitti. Attila İlhan’ın dizeleriyle “Şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız.” Şimdi “Üşür ölüm bile.”

Yazık ki ne yazık! Ülkü, yalnızca bir şair, çevirmen, yazar, tiyatrocu değil, herkesin sevdiği bir insan, sevilmeye layık bir insandı. Açıktı, cömertti, paylaşımcıydı. Çok da eğlenceliydi. Hatta, Harry Potter çevirmeniydi. “Felsefe Taşı” ile bize öncülük etmişti.

Bir de, Antepliydi. İstanbul’a geldi , okudu, yazdı çevirdi oynadı. Ama ruhu hep Antepli kaldı. Çocukluk insanın anayurduydu, öyle derdi. Bir başka Antepli, Onat Kutlar, onun kitabı “Alleben Öyküleri”nden söz ederken. şöyle diyor:

“Alleben Öyküleri”nin benim için özel bir anlamı daha vardı. Bu kitap çocukluğumun kentine aitti: Gaziantep’e. Sanki kahramanlarının tümünü tanıyordum. Sitti Zeynep’i, Macı Hüseyin’i, Çete İsmail’i, Şekerci Asım’ı, hepsini.

“Niçin Alleben? Niçin Gaziantep Ülkü?”

“Rakı kadehinden bir yudum aldı. Neşeli yüzü hafifçe kızarmış “İnsanın anayurdu çocukluğudur. Belki de ondan…” dedi.

Hep çocuktu zaten. O yurdu hiç terk etmedi. “Virgül”ler dahil hiç çocuk şiiri yazmadığını söylese de, pek çok yazarın, çalıştığı yayınevleri kanalıyla çocuklara yazmalarını sağladı.

Hepimizin neden onun ardına düşüp Nakıp Ali’nin eski ahşap sinemasının yenilenmesini, açılışını kutlamaya Gaziantep’e gittiğimizin cevabı da onun hayatında gizli:

“Sırtlarında koca tahtalarla kenti dolaşırlardı. İkişer afiş çakılı olurdu tahtalarda. “Üstteki afiş, iyi filmin afişiydi hep. Ellerindeki 0çıngırakları çalarak bağırırlardı: “Bugün gündüz Nakıp Sineması’nda iki şaheser film birden... Saat tam iki buçukta...” “Meslektaş” larıyla karşılaşırlardı bazen. “Bugün gündüz Yıldız Sineması’nda” sesleri “Bugün gündüz Baydar Sineması’nda”ya karışırdı.

“Biz çocuklar da peşlerine takılır, afişleri seyrederek, Antep sokaklarını onlarla birlikte adımlardık. Çığırtkanlarla ve oyuncularla birlikte.

“Sinema iki buçukta mı başlıyor, biz on ikide kapıda olurduk. Bir buçukta da salonda. Filmleri daha önce görmenin ayrıcalığı çok, ama çok önemliydi. Neler olacağı daha önce anlatılırdı. Kimse de yadırgamazdı bunu. Ziller çalınır, ışıklar söner, “heyecan doruğa ulaşır”, ilk film başlardı.

“Seyirciler arasında dolaşan şerbetçilerin bakır taslarından meyan şerbeti içerek beyaz perdeye karışırdık.

“Sinema, dünyaydı. Sinema her şeydi.”

Şiiri baştâcı eden iyi çevirmenime, Kolejli ağbime uğurlar olsun! Yeni yurdundan eğilip bize bakacak, gülecektir mutlaka.

“Çiftçinin oğlu büyüyünce çiftçi olur,

Virgül sanırım şair olur,

Neden derseniz, hep havada biter şiirleri,

Sanki direğin tepesindeki elektrikçi

Düşerken havada durmuş biraz,

Şöyle bir çevresine bakınmış gibi,”

(Virgül Şiir Yazıyor)