Ultra” son 40 yılda dünya tribünleriyle bütünleşmiş bir kavram. Latincedeki aynı kelimeden geliyor ve en basit anlamıyla, bir

“Ultra” son 40 yılda dünya tribünleriyle bütünleşmiş bir kavram. Latincedeki aynı kelimeden geliyor ve en basit anlamıyla, bir futbol takımına gönül vermişliği ileri götürüp stadyumdan düzenli şekilde desteğe vardıran, bunu da tifo (koreografi olarak da bilinir), meşaleler, pankartlarla yapan taraftar grubu olarak tanımlanabiliyor. Tarihte kurulmuş ilk ultra grubu 1950’lerde faaliyete geçen, Hajduk Split’in taraftar grubu Torcida olarak bilinir. Onu Torino’nun ultra grubu Fedelissimi Granata, 1951’de takip etmiştir. Kale arkalarında ikamet etmek, sıkça deplasmanlara gitmek, maçlar sırasında hiçbir zaman oturmamak, maç öncesi ve sonrası toplu halde stadyuma geliş ve gidiş, duvar yazıları, gruba özgü kıyafet tasarımları günümüz ultra gruplarının en fazla kullandığı ögeler. Buna zaman ilerledikçe, felsefelerin uyuştuğu, sınır ötesindeki diğer tribün gruplarıyla kurulan kardeşlikler de eklendi. 20. yüzyılın sonlarında bu harekete yepyeni bir kimlik de eklendi. Artık ultra sözcüğü, sosyalizm veya sol politik kanattaki benzer görüşlere sahip insanların benimsediği bir tribün kültürü olarak görülmeye başlandı. Buna rağmen sağ politik görüşe yakın olan Grobari (Partizan), Gate 13 (Panathinaikos), La Familia (Beitar Jerusalem) ve belki de en ünlüleri Irriducibili (Lazio) gibi gruplar da halen ultra grupları arasında sayılıyorlar.
Türkiye’de bu oluşumun kökeni çok eski değil. Tribün gruplarının organize şekilde, amatör bir ruhla örgütlenmesi ile ilgili tarihimizde çok fazla örnek olmadığı gibi, felsefenin olgunlaşma döneminden çok, nihayete erdiği son 20 yıla denk gelen Türkiye tribünlerinde görülen birçok tribün grubu, futbol ekonomisinin gerçekleri ile beraber ortaya çıktı. Özellikle İstanbul’un 3 büyük kulübünün taraftarları kulüp yönetiminin karar alma süreçlerinin etkileyen değil, tam tersine onun eylemlerine razı olan bir hava içerisine girdiler. Bir kısmı, tribünlerin manipülasyonunda bile kullanıldı.
İstanbul tribünlerinde, sadece stadyumda değil, günlük hayatta oluşturdukları profille diğerlerinden ayrılan Beşiktaş’ın Çarşı grubu, birçok toplumsal eyleme destek veriyor. Ancak bu grubu Ultra akımına dahil etmek de mümkün değil, zira Beşiktaş tribünleri, koreografi, pankart, yabancı tribünlerle kurulan kardeşlik konusunda çok fazla aşama kaydetmediler, zaten böyle bir amaçları da hiç olmadı. Türkiye’de evrensel “ultra” kültürüne en fazla yaklaşan tribünler ilginç şekilde, ülke futbolunun en üst değil üçüncü kademesinde sahne alıyorlar. Adana Demirspor’un tribün grubu Mavi fiimşekler.
Adana Demirspor, 1994-95 yılında, son kez Türkiye 1. Futbol Ligi’nde mücadele ettiğinde, ligi 15 puan gibi kulüp tarihi için utanç verici bir puanla tamamlayıp küme düşmüşlerdi. 5 yıl sonra 3. lige düştüler. 11 yıldır orada mücadele ediyorlar. Kulüp bu süre zarfında bir dolu olumsuzluk atlattı. Özellikle yönetim ve taraftarlar arasındaki çekişme, takımın 2 kez 2. lige çıkma eşiğine gelip, play-off finallerinde kaybettiği döneme denk geldi. Mavi-lacivertli takımın taraftarları 2 kez yaşadıkları yıkıma rağmen takımlarına olan desteği elden hiç bırakmadılar. İçeride takımla olan bağlarını devam ettirirken uluslararası alanda da iyi işlere imza attılar. Öncelikle mavi-lacivert renklerin İsveç’teki temsilcisi Djurgardens’in taraftar grubu Jarnkaminerna ile kurulan dostluk, ardından, dünya çapındaki ultra gruplarının düzenlediği en bilinen organizasyonlardan olan, ırkçılık karşıtı Mondiali Antirazzisti’ye katıldılar. Hem takıma verdikleri kayıtsız şartsız destek, hem kısa süre önceki yönetim değişikliğinde oynadıkları rol hem de evrensel bazdaki eylemleri onları ülkedeki taraftar grupları arasında apayrı bir yere yerleştirdi. Bu nedenle kutlamak lazım.
Bunu dışında, ultra kültürü karşısında Türkiye’nin durumu biraz farklı. Hırvatistan ve Sırbistan gibi ülkelerden daha fanatik taraftarların olduğu bir ülkeyiz ama bu fanatizm hiçbir zaman ultra karakteri kazanamadı. Türkiye’deki tribünlerin profili genelde kendi milliyetçi geleneklerimizle İtalyan ögelerin karışımı oldu her zaman. Türkiye’de var olan ciddi Livorno ve Lazio sempatisinin de sebebi bu, bir şekilde.
Ülke tribünlerinin icraatlerinin genelde diğer tribün gruplarına üstünlük sağlamak için yapılan eylemlerden ibaret olması, onların kulüp yöneticilerini etkilemek, kulüp adına alınan kararlarda rol oynamak gibi önemli konularda zayıf kalmalarına yol açıyor. Örneğin AEK tribünlerinin en önemli grubu Original 21’in kurucularından olan Dimitris Hatzihristos ultras sistemin bile çok ilerisinde bir yapılanmaya imza attı ve 2 sene önce taraftar devrimiyle amatör şubelerin yönetimini de ellerine aldı. Panathinaikos tribünlerinin baskın grubu Gate 13, şu an inşaatı süren stadyumun projesini, kulüp sitesinde açıklanan 10 seçenek arasından seçerek birkaç yıl sonra mabedleri olacak stadyumu seçtiler. Tribünlerimizde eksikliği çekilen bir diğer şey de, bu etkisizlikten kaynaklanan, keyfi uygulamalara boyun eğen tavır. Örneğin Torino derbisinin 2 tarafı Juventus ve Torinolu fanatikler, Berlusconi hükümetinin tribünler üzerinde hâkimiyet sağlamak için uygulamaya koymayı planladığı taraftar kart projesi “Tessera del Tifoso”ya hep beraber sokaklarda tepki koydular. Ancak, Avrupa’nın en pahalı birkaç kombinesinden birisini ödemek zorunda kalan Galatasaray ve Fenerbahçe taraftarlarının bu konuda ortak bir çalışmasını veya açıklamasını göremedik.
Arjantin’den, İtalya’ya ve hatta Japonya ile Avustralya’ya kadar, Orta Avrupa’dan yükselen bu ekolü hemen hemen bütün taraftarlar, kendi ülkelerinin kültürleriyle birleştirip eyleme döktüler. Tüm Avrupa çapında stadyum içi özgürlüklerin kısıtlanmaya başladığı bir dönemde, bu kültürün Türkiye’ye neredeyse hiç uğramadan geçecek olması dikkat çekicidir.