Başkanlığın ilk 100 gününde Trump, ABD “yerleşik düzenine” tosladı, vaatlerinin hiçbirini gerçekleştiremedi. Üstelik attığı her adımda burnunu sürttü. Tüm bu olumsuzluklar sonucunda, “Trump fiyaskosu”, doları da vurdu, avro karşısında parite 1.12’ye kadar düştü

Uluslararası liberal düzen çatırdıyor

Donald Trump’ın Beyaz Saray’a yerleşmesiyle birlikte küresel piyasalarda bir iyimserlik rüzgârı esmeye başlamıştı. Çünkü Trump hem zenginlerin gelir vergilerini hem de kurumlar vergisini aşağı çekecek; trilyonluk altyapı yatırımlarına hız verecek; küresel kriz sırasında uygulamaya konan finans sektörüne yönelik düzenlemeleri iptal edecek, spekülasyonların yolu açılacaktı. Haliyle borsalar coştu, olası bir ekonomik ısınmaya karşı ABD Merkez Bankası’nın eli rahatladı. Bir tek sorun vardı, o da bu pembe rüzgârların dolara teveccühü artırması, kurdaki değerlemenin dış ticarette rekabet gücünü baltalamasıydı.

Başkanlığın ilk 100 gününde Trump, ABD “yerleşik düzenine” tosladı, vaatlerinin hiçbirini gerçekleştiremedi. Üstelik attığı her adımda burnu sürtündü. Tüm bu olumsuzluklar sonucunda, “Trump fiyaskosu”, doları da vurdu, avro karşısında parite 1.12’ye kadar düştü. Sonuçta beklenmedik şekilde dış ticaretin önü açılırken, düşük kurun enflasyonu yukarı çekeceği beklentisi egemen oldu. Böylelikle ABD Merkez Bankası’nın haziranda faizleri artırarak, tereddüt etmeden normalleşme sürecinde bir adım daha atmasının önü açıldı.

Uluslararası ilişkiler guruları öfkeli
Bunlar haliyle konjonktürel gelişmeler. Trump’a yönelik, ABD egemen çevrelerinden “uluslararası liberal düzene” kastettiği yolunda ciddi suçlamalar gelmeye başladı. En “derin” düşünce kuruluşlarından Council on Foreign Relations’ın (CFR) yayın organı Foreign Affairs dergisinin Mayıs-Haziran 2017 sayısında ülkenin en ağırlıklı uluslararası ilişkiler gurularından ikisinin, G.John Ikenberry’nin ve Robert O. Keohane’in (Jeff D. Colgan’la birlikte) bu meyanda iki makalesi yayımlandı. Her ikisi de Princeton Üniversitesi’nde hoca olan, Ikenberry ve Keohane bir yandan 1945’ten beri Amerika’nın liderliğini yaptığı uluslararası liberal düzenin Trump yüzünden zedelendiğini iddia ediyorlar. Ama öte yandan tepkici akımların önünü açan ekonomik eşitsizlik ve adaletsizlikleri hiçe sayan bir tasarımın söz konusu olduğunu kabul ederek, bir anlamda günah çıkarıyorlar.Trump’tan azade, ABD’nin küresel hegomonyasının gerilemesi, hatta nihai bir krize girmesi ise bu yazının sınırlarını aşan ayrı bir tartışma...

Baba Bush döneminde yönetimde de yer alan Ikenberry’e göre, antik ve modern çağlarda büyük güçler gelip giderdi; fakat çoğunlukla bir cinayet sonucu, asla intihar değil. Halbuki Trump savaş sonrası uluslararası hukuk, çok taraflılık, çevre koruması, işkence, insan hakları gibi ABD hegemonyasının temel dayanaklarının hepsine karşı çıkarak sistemin kendi mantığına kast ediyor.

Bu çerçeveden bakınca, Trump’ın dünya görüşü 5 noktadan “liberal uluslararası düzen”e ters düşüyor. Birincisi, enternasyonalizm; ABD’nin ekonomik, politik ve güvenlik çıkarlarının sağlanması için sistemin lideri olması ve dünyanın önde gelen bölgelerinde varlık göstermesi (ki biz buna emperyalizm diyoruz!). İkincisi, serbest ticarete angaje olmak. Üçüncüsü, ABD’nin çok taraflı kurallara ve kurumlara destek vermesi. Dördüncüsü, Trump’ın, çok kültürlülüğü ve Amerikan toplumunun açık karakterini küçümsemesi. Sonuncusu da, “hür dünyanın” başta Avrupa ve Asya, temsilcileriyle işbirliği içinde bulunmaması.

Ikenberry, Trump’tan öylesine umudu kesmiş ki, geçici bir süre için Japon ve Alman başbakanları, Abe ile Merkel’den “hür dünyanın” liderliğini üstlenmelerini rica ediyor. Gelgelelim, artık “ruhsuz bir kapitalizm” ile karşı karşıya bulunduğumuzu, ülkeler içerisindeki eşitsizliklerle mücadele ve işçilerin durumunun düzeltilmesi gereğinin altını çiziyor. Çıkış için de, John Ruggie’nin, Karl Polanyi’den ödünç alarak başvurduğu “gömülü liberalizm” (embedded liberalism) kavramına sığınıyor; yani, piyasanın yarattığı adaletsizlikler ve haksızlıkların sosyal politikalarla törpülenmesi yoluyla geniş kitlelerin sisteme yabancılaşmalarının giderilmesi.

Robert Keohane de, ABD’nin küresel hegemonyasının tıkır tıkır işlediği 1945 sonrası döneme nostaljiyle yaklaşarak, öz eleştiri dozunu biraz daha yükseltiyor. Ekonomik elitlerin uluslararası kurumları kendi çıkarları için tanzim ettiklerine, hükümetleri etkileri altına aldıklarına, sıradan insanın tamamen dışlandığına vurgu yapıyor. Trump’ı da dahil ettiği popülist dalganın bu hoşnutsuzluk üzerinde yükseldiğini savunuyor. Piyasa temelli toplumda yüzü gülenlerin, geride kalanların vaziyetini kaale almamalarının, liberal demokrasinin temel dayanağı sosyal sözleşmeyi bozduğunu öne sürüyor.

Keohane’in liberal düzeni restorasyondan geçirme reçetesi de, Ruggie’nin gömülü liberalizminin ihya edilmesine dayalı. Almanya, Danimarka ve İsveç modellerinin de, sosyal açıdan ehven-i şer sayılsalar da tatminkar olmadıkları görüşünde. Küreselleşmenin işçi sınıfı ve orta sınıfların da çıkarına politikalarla takviye edilmemesi halinde, küresel liberal düzenin sönümleneceğini iddia ediyor.

Görüldüğü gibi dünya düzeninin en akil adamları da, işlerin yolunda gitmediğinin farkında. Ne var ki, kapitalist küreselleşme politikalarının altta kalanların talep ve çıkarlarına yanıt veremediğini saptama dışında, düşük dozlu sosyal politikaları, refah devleti uygulamalarını hatırlatmak ötesinde, somut bir çıkış planları da bulunmuyor.

Finansallaşmaya karşı özgürlük ve kamuculuk
Buna karşın, Amerikan Dissent dergisinde yayımladığı “İlerici Neoliberalizmin sonu” makalesiyle oldukça ses getiren feminist düşünür Nancy Fraser, finansallaşmaya karşı özgürlük ve sosyal koruma politikalarının yeni bir ittifakını öneriyor. Fraser, Trump’ın seçilişi, Birleşik Krallık’ta Brexit kararı, İtalya’da Renzi reformlarının reddi ve Bernie Sanders’in Demokratik Parti adaylık kampanyasının, neoliberal hegemonyanın çöküşünü temsil ettiğini düşünüyor.

Fraser’e göre, Bill Clinton ile başlayan “ilerici neoliberalizm”, bir yandan feminizm, ırkçılık karşıtlığı, çok kültürlülük, LGBTQ hakları için mücadele eden yeni sosyal hareketlerle ittifak kurarken, öte yandan, Wall Street, Silikon Vadisi ve Hollywood gibi bilişsel kapitalizmin hizmet temelli sektörleriyle kol kolaydı. Finansallaşmanın, küreselleşmenin, neoliberalizmin ezdiği, Trump’a destek veren kitlelerin dertleriyle; ırkçılık karşıtı, seksist olmayan, hiyerarşilere karşı çıkan bir özgürleşme arayışını birleştiren kitlesel bir akım da çıkmadı. Böylelikle halk Trump’ın reaksiyoner popülizmi ile Hillary Clinton’un ilerici neoliberalizmi arasında sıkıştı.

Açıkçası Nancy Fraser’in analizi bana, TÜSİAD’ın baş ekonomistini, özelleştirme şampiyonlarını köşe yazarı yapan, bazı kimlik politikalarını gündeme taşıyor diye bir takım solcu-sosyalistlerin koltuk altlarında iftiharla taşıdığı Taraf gazetesini hatırlattı. Uzatmaya gerek yok, özgürlüklerle piyasa toplumunun birbirini beslediği, güçlendirdiği ham hayali başka ülkeler gibi Türkiye’de de yalanlandı.

Jeremy Corbyn’in büyük sınavı
Fraser, “özgürlük ve eşitlik” anlayışının sentezinin, Bernie Sanders’ın “demokratik sosyalizm” sloganında karşılık bulduğunu düşünüyordu. Bugünün konjonktüründe bu yaklaşımın emekçi kitleler nezdindeki en önemli sınavını, 8 Haziran seçimlerinde Jeremy Corbyn liderliğinde İngiliz İşçi Partisi’nin vereceğini söyleyebiliriz.

Aslında Jeremy Corbyn, Fransa Cumhurbaşkanlığı’nın seçilen Macron’un anti-tezi gibi bir kişilik. Uzun toplumsal ve politik mücadele yaşamında hep tutarlılığı, sürekliliği, tevazuu öne çıkarmış; hiç kariyer, liderlik peşinde koşmamış kimse. “Liberal hegemonyanın”, Macron’u allayıp pullayıp parlatan medyası, aksine Corbyn’i aşağılamak, küçümsemek için seferber olmuş durumda.

Neoliberalizm Macron ile nasıl Fransa’da moral kazandıysa; Corbyn sayesinde dünyadaki emekçi güçler ve kamucu zihniyet, geleceğe daha umutla, heyecanla bakabilmek için güven tazeleyebilir. Corbyn’in emekten yana, özgürlükçü ve antiemperyalist çizgisi; parlamentarizmin imkanlarıyla, sosyal hareketlerin, bağımsız sosyalistlerin, sendikaların dinamizmini ortak bir potada buluşturabilir.

Doğrudur, İşçi Partisi’nin manifestosunda NATO’dan kopuş vaat edilmiyor; üretim araçlarının kamusal mülkiyetini savunan tüzüğün meşhur 4. Maddesi’ni sahiplenen bir ifade bulunmuyor. Dolayısıyla soldan Corbyn’in “yol haritasını” pekala eleştirmek mümkün. 148 sayfalık manifesto, Türkiye’deki tartışmalara katkı anlamında ayrı bir yazıyı hak etse de, finansal işlemlere “Robin Hood” vergisi getirmek taahhüdünde bulunması, en zengin yüzde %5’in gelir vergilerini yükseltmeyi önermesi, başta posta idaresi ve su dağıtımı olmak üzere bazı kamulaştırmaları öngörmesi, ücretsiz çocuk bakımı gibi sosyal politikalar başlatma niyeti gibi özellikleriyle desteği hak ediyor. Ayrıca bizdeki ekonomi politikası tartışmalarından da aşina olduğumuz, “Kaynağın nerede?” sorusuna detaylı cevaplar veriyor.

Hepsinden önemlisi, Corbyn’in başarısının tüm dünyadaki sol güçler açısından sembolik bir anlamı olacak. Olası bir başarısızlığın faturası ise, “radikal politikalar öneren”, “gerçekçi olmayan hayaller peşinde koşan” tüm sosyalistlere, solculara, yani hepimize çıkarılacak.