Solcuların postmodern ya da postyapısalcı yaklaşımlar ve düşünürlerle arası iyi değildir. Benim için bazı istisnalar var. Yazdıklarımı okuyanlar bu isimlerin başında Ernesto Laclau’nun geldiğini bilirler. Laclau, bir çok yapısalcılık sonrası düşünürün tersine, eleştirel ve özgürlükçü düşünceyle bağlarını hiç koparmadı. Farklılıkları önemsemekle birlikte, farklılıkların ötesine geçmeyi hedefleyen bir siyaset mantığı olarak popülizmi sol açısından formüle etti; daha çok söyleyecek sözü varken, geçtiğimiz yıl aramızdan ayrıldı.

İkinci isim yine bu kamptan sayılabilecek Italyan düşünür Umberto Eco’ydu; Eco, dil oyunları, gerçekliğin söylemler aracılığıyla inşası gibi postmodern senaryolar üzerinden sol siyaset ve edebiyat kuramına önemli katkılar yaptı. Onu Türkiye kamuoyu büyük ölçüde Gülün Adı romanıyla tanıdı. Eco da Laclau gibi, Marksizm ile arasına belli bir mesafe koysa da, özgürlükçü düşünce ve onu besleyen ahlaki duruştan hiç ödün vermeden, başta edebiyat olmak üzere birçok alana esaslı katkılar yaptı. Geçtiğimiz günlerde onu da yitirdik.

Bu çok farklı uzmanlıkları olan iki düşünürü değerli buldum; çünkü yazdıklarını Türkiye gerçekliği ile sınadığımda, bana bu karmaşık gerçekliği anlamamda önemli ipuçları sağladılar. Birçok batı merkezli düşünürün tersine onların yazdıklarıyla Türkiye gerçekliği arasında, içine düştüğümüz büyük boşluklar oluşmadı.

Eco’nun faşizm üzerine yazdıklarını, sansür, siyasi manipülasyon konusundaki değerlendirmelerini alın, koyun Türkiye güncel gerçekliğinin üstüne; nasıl örtüştüğüne siz de şaşırırsınız.

Bu tür değerlendirmelerle güncelimizi yakaladığına dair, Eco’nun New York’ta bir takside, Pakistanlı taksi şoförüyle yaptığı konuşmadan yola çıkarak yazdığı “Düşman İcat Etmek” başlıklı yazısından bir örnek vermekle yetineceğim.

Pakistanlı şoförün İtalyan olduğunu öğrendikten sonra sorduğu “sizin düşmanınız kim” sorusu Umberto Eco’yu siyaseti “düşman inşa etme sanatı” olarak gören bir düşünce çizgisiyle yüzleşmek zorunda bırakır;

“Bu soruyu anlamamam karşısında, şoför sabırlı bir biçimde yüzyıllar boyunca toprak iddiaları, etnik rekabetler, sınır ihlalleri ve benzer konularda kim/lerle savaştığımızı öğrenmek istediğini açıkladı. Uzun süredir İtalyanlar olarak kimseyle savaşmadığımızı söylediğimde, tarihsel düşmanlarımızın kimler olduğunu, kimleri öldürüp, kimler tarafından öldürüldüğümüzü merak ettiğini belirtti. Ben uzunca bir süredir savaşmadığımızı tekrarlayıp, en son savaşımızın yarım yüzyıldan fazla bir süre önce olduğunu; bir düşmanla başlayıp, başka bir düşmanla sona erdiğini tekrarladım. İkna olmadı; nasıl olur da bir ülke düşmansız olurdu?

Şoföre tembel İtalyan pasifizmini affettirmek için iki dolar bahşiş bırakarak taksiden indim. Ancak o zaman ayırdına vardım ki; İtalyanlar olarak düşmanlarımızın olmadığı doğru değildi. Dış düşmanlarımız yoktu, daha doğrusu biz onların kimler olduğuna bir türlü karar veremiyorduk; çünkü biz kendi içimizde sürekli olarak birbirimizle savaş halindeydik; Piza Lucca’ya, Güney Kuzeye, Faşistler Partizanlara, mafya devlete, Berlusconi hükümeti yargıya karşı. Konuşmamız üzerine biraz daha düşününce İtalya’nın son altmış yıldaki şanssızlığının gerçek bir düşmana sahip olmaması olduğunu farkına vardım...

Bakın Birleşik Devletler’e! Kötülük imparatorluğu yok olup, büyük Sovyetler düşmanı ortadan kalktığında, ne oldu? Birleşik Devletler bin Laden’e kadar geçen sürede neredeyse kimliğini yitiriyordu. Sovyetler Birliğine karşı savaşırken sağlanan olanaklara müteşekkirliğin bir ifadesi olarak, insaflı elini uzatıp, Bush’a yeni bir düşman ve dolayısıyla da ulusal kimlik hissini güçlendirme olanağı sağladı. Düşman sahibi olmak sadece kimliğimizi tanımlamamıza olanak sağlamaz; aynı zamanda değerler sistemimizi ölçebileceğimiz, kendi değerimizi göstermemize olanak sağlayan ve onu aşma çabasına girdiğimiz bir engel işlevi de görür... Yani düşmanımızın olmadığı zaman, bir tane icat etmemiz gerekir...”

Hatırlayın, geçen yılı, 7 Haziran seçimleri öncesini! “Koskoca AKP iktidarı” yıkılıyordu az daha. Neden? Düşmansız kalmaktan. Çözüm süreci falan derken birden koskoca memleket siyaseti düşmansız kaldı. Allahtan “Başkan” olayın vahametini görüp, masayı dağıttı da, memleket kaybettiği düşmanı, AKP de seçimi tekrar kazandı.

Dahası bizim iktidar, İtalyan tembellerinden farklı olarak, meselenin düşman üretmekten geçtiğini anladı ya; durmaksızın içeri dışarı demeden düşman üretiyor; gezici, paralel, Kürtler, PYD, ABD’nin bile karşısına almak istemediği Ruslar. Aklı olan bizim iktidarı sınamaz!

Keşke bu topraklarda doğmuş olsaydın Umberto Eco, utancından taksiciye iki dolar vermek zorunda da kalmazdın!