Ümit Ünal: “Film çekmek hiçbir zaman kolay olmadı”

SERKAN İLİK / BOZCAADA

Birkaç gün önce sona eren Bozcaada Uluslararası Ekolojik Belgesel Festivali (BIFED) beş senedir adada yaşayanlara, ekolojistlere ve çevrecilere hem bu filmlerle buluşma, hem de yönetmen ve senaristlerle tanışma olanağı sağlıyor.

Ben de adada yaşayan yerel bir muhabir olarak zaman zaman bu isimlerle konuşarak hem ada, hem de ülkemiz hakkındaki fikirlerini öğrenmeye çalışıyorum.

Teyzem (1986), Hayallerim, Aşkım ve Sen (1987), Anlat İstanbul (2004) gibi filmlerinden tanıdığım senarist ve yönetmen Ümit Ünal’ın bugüne dek yayınlanan beş kitabının olması da beni kendisiyle söyleşiye itti. Aynı zamanda resimle de ilgilenen Ünal’ın çok yönlülüğü ilgimi çekmedi değil.

Ümit Ünal, ada için oldukça öneme sahip BIFED’in bu seneki büyük ödülü bölümünün beş jürisinden biriydi. Bozcaada’da 50 filmin gösterildiği BIFED’in mevsiminde, poyraz rüzgârının adayı hakim aldığı bir gün, kendisiyle keyifle bir söyleşi gerçekleştirdim...

Öncelikle hoşgeldiniz adamıza. Bozcaada’ya ilk gelişiniz mi?

Bu üçüncü gelişim. Daha önce hep yaz tatilleri için gelmiş, farklı yerlerde kalmıştım. Ekim ayındaydı ilk gelişim. Daha ilginç tabii şimdi gelmek, daha hoş.

Bir yönetmen gözüyle, projeleriniz açısından mimari yapısı, ekolojik durumuyla nasıl bir mekan olarak görüyorsunuz Bozcaada’yı?

Bozcaada çok güzel bir yer, çok özel. Bir gün denk gelirse tabii ki bir proje yapmak isterim. Burada çekilmiş filmler var, dizi de çekildi galiba. Çok güzel bir mekan. Nereye dönsem bir resim var. (gülüyor)

‘BIFED DÜNYADA DA ENDERDİR’

umit-unal-film-cekmek-hicbir-zaman-kolay-olmadi-522397-1.

Biliyorsunuz, belki basından duymuşsunuzdur, Bozcaada son yıllarda gerek imar planlarıyla gerek koylarının ihaleye çıkarılıp günübirlik tesis olmasıyla ilgili sürekli gündeme geliyor. Buradaki çevrecilerin, adalıların birlikte itirazlarıyla bunlar sürekli iptal oldu, geri adım atıldı. Bozcaada, Türkiye’de doğası bozulmamış yapılardan biri. BIFED’i belki bu anlamda Bozcaada’yı koruma kalkanlarından biri olarak görebiliriz. Siz BIFED için neler söylemek istersiniz?

Umarım böyle kalır Bozcaada, çünkü bu haliyle güzel. Diğer sahil kasabalarımıza benzerse, o hale getirirlerse çok acıklı bir şey olur. Plajların bu bakir hali muhteşem. Umarım el atamazlar ve bozulmaz. Ekolojik Belgesel Festivali’nin burada yapılması bence Bozcaada’ya da bir parça dikkat çekmesi açısından ilginç. Türkiye’de herhalde tek tematik festival BIFED. Dünyada da enderdir, sadece çevre konusuna eğilen festival kaç tane var, bilmiyorum. O açıdan da çok önemli. Çarşambadan beri adadayız. Çok zevk alarak katıldım festivale. Jüri toplantısı yaptık, sonuçları belirledik. Seyrettiğimiz filmlerden de verdiğimiz kararlardan da tanıdığımız insanlardan da mutluyum.

Özelikle çok beğendiğiniz filmler var mı aklınızda isim olarak?

11 tane film seyrettik. Hepsi çok ilginçti aslında. İki tanesi göçmenler üzerineydi. Onlara belki benzer temalar denebilir ama diğerlerinin her biri çok farklı ve ilginç konulara değiniyordu, etkilendik. Borneo ormanlarında geçen, oradaki yerlilerin ormanı kaybetmeme savaşını anlatan bir belgesel de vardı, Avrupa’daki süt üretimi üzerine de, Fransa’daki çiftçilerin devletin yanlış politikaları sonucu düştükleri zor durumları anlatan da... Okyanusun ortasında, tamamen adalardan oluşan bir ülke olan Kiribati, 15-20 yıl içinde haritadan tamamen silinecek iklim değişikliği yüzünden. Onu anlatan bir belgesel vardı. Ben belgeselci değilim, jürideki diğer isimler hep belgeselci ya da belgesel yapımcısı. Dolayısıyla ister istemez daha çok sinemasal anlatım ve sinematografi açısından değerlendirdik ve ona göre bir karar verdik.

Türkiye, doğa katliamının en yoğun yaşandığı ülkelerden biri son yıllarda. Siz filmlerinizin haricinde kitap da yazıyorsunuz, sanatla çok iç içesiniz. Sizce Türkiye’deki sanat bu doğa katliamına karşı yeterli derecede ses çıkartıyor mu, üretim yapılıyor mu?

Bence sanat bu konuda doğrudan bir şey yapamaz. Sanatın yarattığı etki çok yavaş oluyor. Burada devlete, devlet kurumlarına, devlet politikalarına, özel kurumlara da çok iş düşüyor. Kişisel olarak yapılacak çok şey var. Kendi üzerimize düşen çöpleri ayrıştırmak, belli ürünleri kullanmamak gibi yapılacak çok şey var. Sonuçta nükleer santral kurulması planlanan bir ülkede yaşıyoruz. Öncelikle kurumların çevre politikalarına uygun davranıyor olması lazım. Orada çok ciddi sıkıntılar var. En tepeden, çevreyi umursamayan bir ülke burası. Kendi adıma konuşursam, sinema yaptığımız zaman içinde çevreci mesajlar olabilir elbette ama hangi konuda olursa olsun doğrudan mesaj vermeye yönelik bir sinema anlayışı bana uygun gelmiyor. Ben hikâyelerin içine yedirerek insanlara bir şey anlatmaya çalışıyorum. Anlattığımız hikâyeler ne olursa olsun, gerçek hayatta çevre konularında daha duyarlı ve etkin olmamız lazım. Asıl mesele bu.

Önünüzde yeni bir çalışmanız var mı? En son kitabınız yayınlanmıştı.

umit-unal-film-cekmek-hicbir-zaman-kolay-olmadi-522398-1.

Geçen kış yayınlandı kitabım, “Bana Göre Kıyamet”. Aslında çok derinden çevreci bir tarafı olduğu söylenebilir kitabın. İnsanların dünyayı mahvetmesi sonucu, insanlar o kadar kirlenmiş ve kendilerini zehirlemişler ki artık vampirler insan kanı içemiyorlar. Kitap öyle bir şeyi anlatıyor. Kesin bir çevre mesajı yok ama dediğim gibi çok dolaylı. Şimdi yeni bir filme hazırlanıyorum, senaryosunu bitirmek üzereyim. Memleket ekonomik kriz içinde olduğu için birçok arkadaşımızın büyük projesi hep askıda, benimkiler de. Yapımcılarla konuştuğum iki büyük bütçeli iş vardı, onlar bekliyor şu an. Ben de çok küçük bütçeli bir şey yapmaya çalışıyorum. Bütçesiz hatta. Herhalde baharda yapacağız diye umuyorum.

‘80’LERİN ORTASINDA SİNEMAYA GİRDİM’

Yönetmenlik aşkıyla, belgeselcilik aşkıyla mesleğe yeni atılanlara tecrübeli bir yönetmen olarak ne söylemek istersiniz? Türkiye’de işleri git gide zorlaşıyor galiba, ülkenin ekonomik, siyasi durumu, özgür işler yapılamıyor oluşu... Belki sizin zamanınız daha şanslıydı. Kendilerini nasıl geliştirebilirler sizce?

Aslında hiçbir zaman kolay olmadı. Biz başladığımızda da çok zordu. 80’lerin ortasında sinemaya girdim. Orada şansım, çok fazla film çekilmesiydi. Hepsi çok ticari, Yeşilçam filmleriydi. Rakam olarak senede 200 film yapıldığı zaman, mutlaka onun içinde iki üç tanesi daha riskli, daha ilginç olabiliyordu. Bir yönetmen o açıdan risk alabiliyordu. Bir yönetmen kendine özgü bir şey söylemek istiyorsa, işi her zaman zor. Piyasa ona izin vermiyor. BIFED’te yeni mezun ya da mezun olmak üzere olan genç sinemacı arkadaşlarla konuştum. Ne yapalım diye soruyorlar. Mesela biri dizide asistanlık işi bulmuş. Yapayım mı, bana yararlı olur mu, diyor. Dedim onu yap ama asıl kendi projelerini geliştirmeye çalış. Şu an bir şekilde çok zor, evet, ama genç bir insanın bir şekilde girmesi daha kolay. Benim girdiğim yıllarda daha çok usta çırak ilişkisine dayalı ve mesleğin tamamen zanaat üzerine kurulu olduğu bir dönem yaşanıyordu. Asistan olmak şarttı. Şimdi genç bir yönetmen kendi projesini geliştirebilirse eğer, mesela Antalya Film Forum var, oraya projesini sunup destek alabiliyor.

BIFED gibi alanlar var...

Evet, BIFED gibi alanlar da filmlerine seyirci, kaynak bulabiliyor, dikkat çekebiliyorlar. İstanbul Film Festivali’nin “Köprüde Buluşmalar” etkinliği var. Eğer projesi girebilirse, orada yabancı yatırımcılarla tanışma şansı var. Oradan sonra sınırlardan bağımsız bir şey yapma şansı doğabilir ama bunun için kendi projeni geliştirebilmek lazım. Kendi hikâyeni, kendi sözünü, kendi dilini geliştirmeden bir şey yapmak çok zor. Çünkü endüstri işlemiyor şu an. Sinema endüstrisi çok kısıtlı bir alana, ticari alana hapsoldu. Eğer sen kendi başına bir şey yapmazsan o endüstrinin içinde var olman çok zor. Ben hep onu öneriyorum, bağımsız sinemacıların tavrı, duruşu bence örnek olmalı. Nuri Bilge Ceylan nasıl üç kişilik ekip ve bir kamerayla anne babasını oynatarak film yapıp sonra dünya çapında bir adam oldu? Bu örnek alınacak bir şey. Asistan olmak, asistanlıkta yükselmek de elbette bir yol, yapanlar, başarılı olanlar çok ama insanın kendi işini yapması daha güzel bir şey.

‘HER YER İNŞAAT VE MATKAP SESİ ALTINDA’

Doğa talanı ve İstanbul’daki kentsel dönüşüm, hikâyenizi anlatma biçiminizi etkiliyor, kısıtlıyor mu? Hikayeyi kurarken hayalinizde canlandırdığınız sahneleri çekmek istediğinizde aradığınızı bulabiliyor musunuz?

Doğa talanı, şehir talanı... “Teyzem”i çektiğimiz dönemde İstanbul’da 1970’lerde, 80’lerde geçen sahneler kurmak mümkündü. Şu an çok zor, neredeyse imkânsız. Tamamen dekorla ya da bilgisayar ortamında yaratmanız lazım. İstanbul çok değişti, birçok yerde sesli film çekmek de çok zor artık. Her yer inşaat, kazı, yıkım ve havalı matkap sesi altında. Şehirlerin dokusu değişiyor. Teyzem’i yeniden çekme fikrimiz vardı. Sıfırdan, bilgisayar efektlerine güvenerek bir şey kurmak lazım, yoksa çok zor o atmosferi şimdi yaratmak.

Bu arada resim de yapıyorsunuz, değil mi?

Evet.

En son bu yaz resimle ilgili bir röportajınızı okumuştum. Merak ediyorum gerçekten, boş bulduğunuz zamanlarda mı resim yapıyorsunuz yoksa gerçekten sinema gibi onun da üzerine çok düşebiliyor musunuz?

Sinema yapmak aslında hayatınızın bütününü işgal eden, ister istemez üç dört senenizi alan bir şey. Dolayısıyla o arada bol bol boş vaktiniz de oluyor. Çocukluğumdan beri resim yapıyorum. Şimdiye kadar daha çok karalama düzeyindeydi ama 2016’dan beri iki sergi açtım. 2016’da Mahlukat Bahçesi, bu yıl da Kuşlar, Yüzler ve Diğer Şeyler. Şimdi baharda belki bir sergi daha olacak. Bir ressam değilim, bunun eğitimini almadım ama beni hem eğlendiren hem dinlendiren bir şey resim. Resim yapmaya devam ediyorum.

‘TÜRKİYE’DE BİR FİLM İŞ YAPACAKSA MİLLİYETÇİ DAMARA SESLENMESİ LAZIM’

Biraz da sinema izleyicisinden bahsedelim. Son yıllarda Recep İvedik tarzı filmlerin çoğalması sizce Türkiye’nin yaşadığı atmosferle ilgili olabilir mi yoksa ülkemizde sinemanın daha ucuz maliyetlerle, bel altı esprilerle, kısa yoldan izleyiciye ulaştırılmasıyla alakalı bir şey mi bu?

Hepsi var. Televizyonun da çok büyük bir etkisi var. İnsanlar aslında sinema ihtiyacını televizyonla gideriyorlar. Şu an ticari bir filmin televizyona dayanması şart, televizyonda büyümüş isimler ancak ticari olabiliyor. Televizyonda varlık göstermemiş insanlar sinemada da ticari görünmüyor. Recep İvedik’in de seyircisi aslında televizyon seyircisi. Orada çok ilginç bir şey var. Örneğin 5 milyon, 6 milyon seyirci yapıyor ama Türkiye gibi bir nüfus olan ülkede 5 - 6 milyon az. O insanlar senede bir kere, iki kere sinemaya gidiyorlar. Senede bir ya da iki film 5 milyon sınırına ulaşabiliyor. Sonra da birden bire 1 milyona, genellikle de binlere düşüyor rakamlar, otuz bin, bin, beş yüz seyirciye... Dolayısıyla 5 milyon 6 milyon rakamlarını sinema seyircisi saymamak lazım. Onlar Recep İvedik’in veya benzerlerinin hayranları. Senede bir kere bir çılgınlık yapıp sinemaya gidiyorlar, belki bir de Düğün Dernek’e, Fetih 1453’e gidiyorlar, sonra da bir daha gitmiyorlar. Bu durum Türkiye’nin iklimiyle tabii ki çok alakalı. Şu an Türkiye’de bir iş yapabilmek için filmin milliyetçi bir damara seslenmesi lazım, milliyetçi aksiyonlar iş yapıyor ya da kaba komedi olması lazım. Kaba komedi de herhangi bir komedi olmuyor, televizyonda isim yapmış insanlardan oluşuyor. Bir de tabii bütün filmlerin içeriğinden bağımsız dağıtım olayı var. O filmlere o kadar iş yaptıran en önemli unsur, dağıtımcının gücü. Büyük bir dağıtım tekeli var Türkiye’de. Dağıtımcı aynı zamanda yapımcı. Adam kendi filmini 500 kopya sokup altı yedi hafta tutabiliyor o 500 kopyayı. Bizim filmler 30 - 40 kopya, 70 kopya giriyor, o da iki hafta kalıyor. Ticaretin haksız koşullarda yapılmasıyla da çok alakalı bu durum.

İnternette de son zamanlarda bir alan açıldı biliyorsunuz, altı yedi bölümlük diziler izliyoruz Blu TV, Netflix gibi alternatif kanallarda. Sinemada da böyle bir şey duyabilir miyiz sizce yakında?

Başka Sinema diye bir dağıtımcı var mesela. Farklı filmler göstermeye çalışıyor ama henüz diğeriyle yarışacak boyutta değil, kendi yağında kavrulan bir oluşum. Olacak ama Türkiye çok büyük bir ülke. Farklı ihtiyaçlara da seslenen popüler filmlerin olması şart. Televizyonun şu anki hakimiyeti geçici bir şey bence, alternatif bir şeyler çıkacak, çıkmak zorunda.