Batılı bir gazete, İstanbul’la ilgili “seçim iptali” kararını ağır bir dille eleştirdikten sonra, bunun Batı kamuoyunda fazla bir değişiklik yapacağını sanmadığını yazmıştı. Yazara göre Batı’da Türkiye’nin itibarı zaten en düşük seviyedeydi; daha da düşecek yeri yoktu. Avrupa ve Amerika basınını yakından izleyenler bu gözlemin büyük ölçüde gerçek payı taşıdığını bilirler. Üstelik yandaş basında bile bu […]

Ümmet, millet ve adalet…

Batılı bir gazete, İstanbul’la ilgili “seçim iptali” kararını ağır bir dille eleştirdikten sonra, bunun Batı kamuoyunda fazla bir değişiklik yapacağını sanmadığını yazmıştı. Yazara göre Batı’da Türkiye’nin itibarı zaten en düşük seviyedeydi; daha da düşecek yeri yoktu.

Avrupa ve Amerika basınını yakından izleyenler bu gözlemin büyük ölçüde gerçek payı taşıdığını bilirler. Üstelik yandaş basında bile bu duyguyu paylaşanların bir hayli olduğu kanısındayım. Yakınlarda bir TV sunucusu, mikrofonu kapalı sanarak, “Canına okumuşsunuz!” derken, belli ki sadece Yassıada’yı kastetmiyordu. Kendisi gibi düşünen “yandaşlar” kesinlikle çoktu. Oysa gerçek yandaşlar, sadece durumu farklı yorumluyor ve Batı “saldırısı”nı Avrupa’nın yükselişimizden korkması ve bunu önlemeye çalışması ile açıklıyordu. Sanırım Tayyip Bey’in “Türkiye İttifakı” sloganı da aynı kaygıdan kaynaklandı: Herkes bize saldırıyor, düşman kapımızda, birleşelim!

•••

Son yıllarda neredeyse tüm dünyadan kopmakta olduğumuz maalesef bir gerçek oldu. Geçelim Batı dünyasını, bir hafta önce Mekke’de toplanan Olağanüstü İslam Zirvesi itibarımızın bu âlemde bile solmakta olduğunu gözler önüne serdi. Laik bir devlet olarak mesafeli durur ve ilişkileri ticaret ve diplomasi ile sınırlı tutarken, Türkiye İslam dünyasında -sevgi olmasa bile- saygı görüyordu. Seçkinleri arasında bize özenen, bizi örnek olarak görenler de vardı. Sonra içlerine girdik; onlardan bir parça haline geldik; bu saygıyı da kaybettik. 2017 ve 2018 yıllarında İstanbul’da yapılan iki “Olağanüstü İslam Zirvesi”nden sonra, Cumhurbaşkanı’nın Mekke’ye gitmemesi ve Zirve’nin Türkiye basınında hiçbir yankı uyandırmaması anlamlı değil mi?

•••

Oysa Erdoğan, İstanbul’da son iki yıl üst üste cihat rüzgârları estirmiş, Kudüs’ü İsrail’e hediye eden Trump’a karşı din kardeşlerini birleştirmişti. Geçen Mayıs ayında ise aynı işlevi Suud Kralı üstlendi, fakat bu kez hedef tahtasına Amerika değil, “ortak düşman” İran yerleştirilmişti. Suud yönetiminin bir yıl önce İstanbul’da tertiplediği feci cinayet çoktan unutulmuş, tüm delegeler Kralın arkasında saf tutmaya başlamıştı. Böylece, kendi değerlerini askıya alarak şeriatçı bir topluluğa liderliğe kalkışan laik Türkiye de bu Ortaçağ dünyasında dersini almış oldu.

Oysa Dışişleri sitesinde toplantıya ayrılan küçük habere göre yine de “cihat” devam ediyordu. Temsilcimiz Çavuşoğlu, Zirve’de yaptığı konuşmada, “Ümmetimizin ortak davalarını savunmak için İslam İşbirliği Teşkilatı’nın çabalarına katkıda bulunmaya devam edeceğiz” demişti. Yani “ümmet” ruhu esastı ve her şeye rağmen bu uğurda çabalar sürecekti.

Aslında AKP siyaseti yıllardır “millet” ile “ümmet” seçenekleri arasında bocalayıp duruyor. Belli ki yönetici çekirdekte gönüller “ümmet”den yana, fakat toplumsal gerçeklerin “millet”i dayattığı da unutulmuyor! Tayyip Bey’in “Rabia” işareti ile başlayan cümleleri, “tek millet” çağrısıyla devam ediyor ve “Türkiye İttifakı” arayışı da bu uyumsuzluğu gizlemeye çalışıyor.

Oysa mızrak artık çuvala sığmamaya başladı.

•••

Gerçekten de seçim kampanyasında sık sık “81 vilayetimizdeki 82 milyon vatandaş”a kardeşlik mesajları yollanıyor, fakat hemen ardından da bu vatandaşların yarısı “düşman” ilan ediliyor. Daha bir hafta önce, Yenikapı’da “Enderun Teravihi” programına katılanlara, Tayyip Bey, “Sizden bir istirhamım var”, diyordu, “Burası İstanbul; burası Konstantinopol değil! Böyle görmek isteyenlere karşı 22 gününüz var; 22 gün sonra burasının nereden nereye geldiğini ortaya tam manasıyla koymak için gece gündüz demeden, tüm kardeşlerimize ulaşmamız lazım. Onlara bu gerçeği anlatmamız lazım!”.

Onlara? Yani İstanbul’un Yunan olmasını isteyenlere! Yani İmamoğlu’na oy veren 4 milyondan fazla seçmene!. Doğrusu inanılır gibi değil! Yunan milliyetçilerinin bile çoktan unutmuş olduğu Megali İdea hülyasının, 2000’li yıllarda İstanbul halkının yarısına mal edileceği kimin aklına gelirdi?

•••

Ümmet ve Millet!.. Biri İslam uygarlığı ve adalet anlayışına, öbürü de çağdaş uygarlık ve adalet anlayışına gönderme yapıyor. Oysa insanlığın yüzyıllarca süren çabası ve birikimi bunları birbirinden ayırdı. Buna karşın Cumhuriyet aydınları hâlâ Doğu ile Batı arasında hayali bir “sentez” peşinde koşuyor: Batılılaşalım, tamam; ama ‘yerli ve milli’ değerlerimizden de kopmayalım! Bu arayışta “tutucu”lar “Doğu”yu vurgularken, “ilerici”ler de Batı’yı işaret ediyor.

Ne var ki son yüz yıl içinde insanları birbirinden asıl ayıran şey, “değer sistemleri”nden çok sosyo-ekonomik gerçekler oldu. Bu gerçekler dünyayı birleştirmiş, insanları “doğulu” ve batılı” diye değil, “varsıllar” ve “yoksullar” diye ikiye ayırmıştı. “Ezenler ve ezilenler” ayrımı da bu temel üzerinde oluşuyordu.

Elbette bu ayrım yeni değildi; en eski çağlardan beri mevcuttu. Yeni olan, modern zamanlarda bilim ve teknolojiyi yaratanların geleneksel düzeni yok etmeleri ve yeni sömürü biçimleri yaratmalarıydı. Feodal “ümmet” düzeni tarihi misyonunu tamamlamış, kapitalist “millet” sistemi hegemonya kurmuştu. İdeolojik Doğu-Batı ayrımı da artık bu bağlamda şekilleniyordu. Modern iktisatın kurucusu, yeni varsılların borçlandırıp kendisine bağladığı devlete “bırakınız yapsınlar!” derken, “fetihçi burjuvalar” da önce kendi pazarlarını, sonra da Doğu’yu fethetmeye başlamıştı. Bunu yaparken de sömürgelerinde işbirlikçi bir “varsıl” sınıf yaratıyor ve onu da kârlarına ortak ediyorlardı. Bu sarmalda Doğu’yla Batı eşitsiz koşullarda bütünleşmiş, birbirinin içine girmiş oluyorlardı. “Doğu değerleri” de aynı bağlamda “küresel” düzeni tevekkülle kabul etmenin aracı haline geldi.

Bu durumda “yerli ve milli değerler” nasıl savunulacaktı?

Böylece artık deist olanların bile hoş görülmediği bir ülkede, yıllarca basın ve TV kanallarında Müslümanların nasıl horlandıklarını, nasıl saldırıya uğradıklarını dinledik. Sonunda CHP sözcüleri bile konuşmalarında Kuran’dan ayetler okumaya, Peygamber’den hadisler nakletmeye başladılar.

•••

Aslında bu değerler yeni düzende işlevini kaybetmiş, ortaya “evrensel değerler” çıkmıştı. Bunların başında da yeni bir “adalet” anlayışı geliyordu. Artık hak ve hukuku ne dinî dogmalar, ne de ulusal değerler belirliyordu. İnsanlar, insan oldukları için, doğuştan ve vazgeçilmez haklara sahiptiler ve “tabii hukuk” adı verilen bu doktrin daha sonra da evrensel insan hakları bildirilerine damgasını vurdu. Henüz soyut planda kalsa da bu bir ilerleme ilkesiydi. Artık bunu somutlaştırmak da tüm ezilenlerin ortak kavgalarına kalıyordu.

•••

Bu trajik kavgaların öyküsünü anlatan eserler bugün kitaplıklara sığmaz. Ne var ki yenidünyayı anlamaya çalışanlar, onu değiştirme gücünü kendilerinde bulamadılar ve büyük balığın küçük balığı yuttuğu düzen de insanlığa “çağdaş uygarlık” diye sunuldu. Oysa bu “çağdaş uygarlık” reel planda da, düşünce planında da zorlu çelişkilerle yüklüydü.

•••

19. yüzyıl Osmanlı tarihi bu trajik çelişkilerin adeta antolojik örnekleriyle doludur. Bu yüzden de İkinci Meşrutiyet’ten beri bu çelişkiler toplumsal hayatımıza damgasını vuran “ikilik”ler şeklinde incelendi. Mektep ve medrese; şer’i mahkemeler ve nizami mahkemeler; kelam ve felsefe; mutlakiyet ve meşrutiyet vb. Hukuk, insanları çeşitli açılardan kategorilere ayırıyordu, hatta özel bir kölelik (rikkiyet) hukuku dahi vardı.
Ölüm kalım kavgası ve Türk Devrimi bu ikiliklere son verdi; ümmetten millete, şer’i hukuktan medeni hukuka, mutlakiyetten de çok partili hayata geçişin yolu açıldı. Ne var ki siyasi hayatımızda Osmanlı özlemi ve içerdiği ikilikler de bir türlü aşılamamıştı. Dahası, AKP yönetimi bu ikilikleri siyasi hayatımızın tam da merkezine taşıdı. Yeniyi yadsımıyor, hatta “en yeni” olduğunu iddia ediyor, fakat yaptıklarını “Osmanlıca” uyguluyordu. Böylece artık deist olanların bile hoş görülmediği bir ülkede, yıllarca basın ve TV kanallarında Müslümanların nasıl horlandıklarını, nasıl saldırıya uğradıklarını dinledik. Sonunda CHP sözcüleri bile konuşmalarında Kuran’dan ayetler okumaya, Peygamber’den hadisler nakletmeye başladılar.

•••

Yine de bugünlere kolay gelmedik; yağmurlu, fırtınalı dönemlerden geçtik. Başlangıçta bir kısım Polyanna’lar durumu kavrayamamıştı. “Radikal demokrasi”den yanaydılar; AB’ye üye olacaktık; icraatı “yetmez, ama evet!” diye alkışlıyorlardı. Ne var ki iktidara da bambaşka şeyler yetmiyordu. Durum anlaşıldığı zaman da artık geç olmuş, atı alan Üsküdar’ı geçmişti. Geriye tek umut kalıyordu: Ümmetçi ve Osmanlıcı dalga, kendi mantığı içinde giderek ters tepecek, sonunda bir boomerang yaratacaktı.

Yoksa bugün bu noktaya varmış mı bulunuyoruz? Yoksa bunun işaretleri artık AKP kampı içinde de görülmeye başladı mı?

•••

Öyle görünüyor. Ola ki sonunda Başkan ve yakınları da çıkmazı anladı ve bu aşamada “yargı reformu” da yumuşak bir dönüş için tezgâhlandı. Nitekim tasarıda gerçekten de güzel şeyler var. Hukukçuların eğitim kalitesinin yükseltilmesi, sınavlar, adil yargılama yönünde hükümler… Ve bu temelde de ülkede mutlak bir ifade özgürlüğü vaadi! Bunlara kim karşı çıkabilir ki? Baksanıza Barolar Birliği Başkanı bile şimdiden alkışlamaya, “yetmez, ama evet!” demeye başladı bile!

Yine de…

Yine de Başkan’ın tasarıyı sunuş şekli, ne yazık ki kafalardaki soruları giderecek nitelikte olmadı. Osmanlı adaletini överek, “Her alanda kendi medeniyetimizin kodlarına, özellikle de adalet anlayışına göre hareket etmeyi bıraktığımız gün, kaybettiğimiz gün olacaktır” diyordu Erdoğan. Ve “kaybettiğimize” inandığı için de şunları ekliyordu: “Yitik, kaybedildiği yerde aranır; biz de kaybettiğimiz değerlerimizi yine kendi coğrafyamızda, kendi içimizde bulacağız!”…

•••

Aslında Osmanlı “adalet” anlayışı çağdaş “insan hakları” kavramına tamamen yabancıydı. Devlet “mülk” olarak tasavvur ediliyor, “adalet” de ancak bireylerin ait olduğu zümreler bağlamında hayat buluyordu. Osmanlı literatürü bu düzeni olduğu gibi savunan “adaletname”ler, “siyasetname”ler, “nasihatname”lerle doludur.

Elbette toplumsal zümreler, Hint kastları gibi mutlak ve katı değildi. Fakat geçişkenlik sınırlı olup, şansa, rastlantılara ve daha az da liyakata bağlıydı. Yer yer de tek taraflıydı. Örneğin bir “zımmi”nin Müslüman olması olumlu bir şeydi; oysa bunun tersi şiddetle yasaklanmıştı. Köleler ise ancak sahiplerine daha yararlı olacak tarzda azat ediliyorlardı.

Aslında Osmanlı tarihiyle az çok ilgilenen herkes bunları bilir. Özel olarak Osmanlı düşünce tarihini araştıranlar ise modernleşme çabalarında “tabii hukuk” doktrininin izlerini arıyorlar. Buna karşılık bir kısım siyasetçi de, günümüzde “Osmanlı nostaljisi”ni hala oy getiren bir duygu olarak görüyor ve yatırımını bu alana yapıyor. Oysa tarih diyalektik dönüşümlerle ilerliyor ve bir dönemin daha sonuna gelindiğine dair işaretler de her gün artıyor. Bir belediye seçiminin bu koşullarda “Türkiye seçimi” haline gelmesi başlı başına açıklayıcı değil midir? Gerçek şu ki kamu vicdanında “Osmanlı gerçekleri” bilinci, “Osmanlı nostaljisi”nin yerini aldıkça “ümmet duygusu” da ortadan kalkacak ve gerçek adalet kavgası asıl o zaman meyvelerini verecektir.