Öğrencilik yıllarımda arasıra bir grup arkadaşımla fakülteden çıkıp gittiğimiz bir şarapevi vardı. Feridun abi işletirdi. Mekânında duvara asılı bir afiş vardı. Afişte El Cordobes Feridun yazıyordu. İspanya’ya giden birçok turist bunu yapmıştır sanırım... Bizde böylesine bir afiş geleneği yok, ama bir dönem gençlerin Yılmaz Güney’e özenmesi gibi benzerlikler taşıyor. Bu masum, üstelik anlaşılabilir bir yakınlaşma... Umudu şöhret olmakta arayanların hikâyesinden farklı... Umudu arayanların hikâyesi ise sevdiği insanla kendini özleştirmesi, bir çeşit siyasal kahramanı peşine takılması gibi bir şey... Ama önce El Cordobes’ten başlayayım:

Dominique Lapierre/Larry Collins’in yazdığı ‘Yasımı Tutacaksın’ romanı “Ağlama Angelita; bu akşam ya sana bir ev alacağım ya da yasımı tutacaksın” diye başlar. Sonra tarihin kanlı diktatörlerinden Franco’nun iktidara gelişini ve ülkede umutsuzluğun tepe noktasına çıkmasını, Hitler ve Mussolini’nin desteklediği Franco iktidarının yozlaşmalarını, halkını sömürmelerini, baskıyı ve adaletsizliği gözler önüne serer. Carlos Saura’nın unutulmaz dansçısı Antonio Gadez’le bir konuşması vardır. Gadez, “Biz İspanyollar için saat 5:00 ‘Ölüm Saati’ demektir; çünkü boğa güreşleri o saatte başlar,” der.

Adı Manuel Benitez, ama bütün dünyanın onu El Cordobes (Kordobalı) olarak tanıdı. Adına şarkılar yazılan bir halk kahramanı... ‘Yasımı Tutacaksın’da turistik boğa güreşçisi imgesinin yerine gerçek bir boğa güreşçisi anlatılır. Yoksul İspanya’da; bir insanı boğa güreşçisi olmaya iten ekonomik ve toplumsal nedenler aktarılırken, yoksul çocukların başka seçenekleri yoktur ve binlerce isteklinin arasından canı pahasına başarıyı yakalamak oldukça zordur.

“Sabahları birer tas migas içerdik. Bu, içinde nadiren yağa batırılmış ekmek parçaları bulunan yavan suya bir çorbaydı. Bazen de biraz ısınalım diye, kahvaltıda anasonlu bir alkol olan aguardiente içerdik. Zenginler sabahları salam yerler. Bizim için, ekmek bile büyük şanstı.” İnsanların yiyecek bir lokma bulamamaları sonucu sokak ortasında öldüğü İspanya’nın iç savaş yıllarında dünyaya gelen Manuel o dönemdeki çocukların hemen hepsi gibi açlıkla, anne ve babasının savaşın korkunç şartlarında ölmesiyle, sefaletle tanışmıştı.

Picasso’nun Guernica tablosu ve Rodrigo’nun gitar konçertosu Aranjuez bu acıyı anlatır. Rodrigo, bunu kaybettiği çocuğu için yazmış. Deniz Gezmiş’in idamdan önce son isteklerinden biri bu müziği dinlemekti.

Ülke kaynaklarının önemli bölümünü elinde bulunduran zengin sınıf, ırkçılığı ve dini istismar ederek zorla iktidarı ele geçirmişti ve yoksul İspanyol gençlere sınıf atlamaları için iki yol kalmıştı. Ya papaz olacaksın ya da matador. Benzemiyor mu? Bizde de ya dindar kesimin peşine yapışacaksın ya da ne bileyim mesela bir diziye kapak atacaksın... Elbette Türkiye ve İspanya arasında farklılıklar var, ancak yoksul gençlerinin Cordobes ve Yılmaz Güney üzerinden benzer umutlar taşımaları anlaşılabilir. Onlarınki umudu arayanların hikâyeleridir.

Kötü olan fikirlerin havada uçuştuğu ve insanların kendini pazarladığı bir dünyada gerçekten de herkesin bir yıldız gibi parlama umuduyla yaşamını sürdürüyor olması, kadın cinayetlerinin vahşet noktasına geldiği, kartopu vitrinine çarptı diye cinayet işlenen ülkemizde realiteyi şaşır(t)mak!.. Kurtlar Vadisi dizisinden fırlamışcasına erkekliğin manifestosunu yaşamına taşıyan kahramanlaşma özentileri... Erdemlilikten şu ya da bu ölçüde uzaklaşıp köşeyi dönme hayali kuran zavallılar. Kötü olan bunlar. Devletin idarecilerinin ‘erkek söylemi’ ağzından beslenen ve cesaretlenen , emir almışcasına ve görev bilinciyle sorgulamadan etrafında terör estiren insan bozuntuları... “Balık baştan kokar” deyip kendine vazife çıkaran erkekler; karısını da döver, mahalle bekçiliğine de soyunur.