Konserler, festivaller, performanslar iptal ediliyor. Müzik susmaz oysa. Susturulamaz

Umudumuz:  Barış daim olsun!

Şu çok açık: AKP iktidarda olduğu sürece, barış özlemimizi dile getiren yazılar yazacağız.Biz özleyeceğiz, devlet barıştan korkacak ve gelmemesi için çabalayacak. Çabalıyor. 7 Haziran seçimlerinden sonra yaşananlar ortada: Barışı telaffuz eden parti, savaşı bizzat çıkartan tarafından suçlanıyor; dahası, memlekette karışıklığa sebep olan, birarada yaşamak için çabalayanı yok etmeye çalışıyor. İktidar savaştan besleniyor ve propagandasını şehit cenazeleri üzerinden yapıyor. Böylesi bir ortamda, barış, sadece bir özlem olarak kalıyor: Bitmeyen özlemimiz. Çok değil, birkaç hafta önce, bu sayfalarda, barış üzerine iki kelam ettim. Sonunda sorduğum soru, hâlâ cevapsız: Sahi, bu sözcük neden bu kadar çok korkutuyor insanları?

Cevapsız değil esasen, hepimiz her şeyi biliyoruz ama bu konuşulamıyor. Bakın, “bölge” izlenimlerini yazan gazeteciler birbiri ardına gazetelerinden uzaklaştırılıyor. Ana akım medyada gören/duyan/aktaran insanlara yer kalmıyor. Artık gazete demeye bin şahit isteyen “gazete”ler, hızla bültenleşirken, gazetecinin kovulması haberini bile “PKK sempatizanı gazeteci kovuldu” diye görüyor. Mehveş Evin’in Cuma günü başına gelen bu: Milliyet’ten kovuldu ve Yeni Şafak, haberi böyle verdi. Böyle giderse, yakında, daha da beterlerini göreceğiz. Mehveş Evin, kovulan tek gazeteci değil üstelik: Kıyım Milliyet’ten başladı, muhtemelen diğerlerine sıçrayacak. Yakında gazete kalmayacak, “sahibinin sesi” işlevi gören bir kısım “yayın”lar, kendilerince belirledikleri (ya da malûm şahıs tarafından belirlenen) “haber”leri bize ulaştıracak. Bir dönemin “vatan cephesi” gibi.

Âşık Mahzuni Şerif’in yazdığı, Selda’nın sesinden bize ulaşan, sonrasında Derdiyoklar tarafından yorumlanan türküyü hatırlatayım: “Yaz Gazeteci Yaz” 70’lerin “karışık” ikinci yarısında olanları bize aktaran belgelerden biri bu. Şu dizeler, sanki bugünü anlatıyor: “Bankada parası olan kulları yazma / Onlara aldanıp yolundan azma / Şehirden asfalt geçen yolları yazma / Bir de bizim köyden eşşek geçmeyen yolları / Yaz gazeteci yaz…” Recep Tayyip Erdoğan ve arkadaşları, onları övdüğünüz sürece sizi seviyorlar. Hava limanları, duble yollar ya da AKP döneminde yapılmış icraattan söz ettiğiniz zaman, dilediğiniz yere girebiliyorsunuz. Aksi taktirde, alınmamakla kalmayıp, bir de işinizden oluyorsunuz. İktidar, gazeteci değil, biat eden “yazar” istiyor. Gerçekleri yazan, yazamaz hale geliyor. Dahası, hapse atılıyor.

Hapis meselesine girmeden, Gaye Su Akyol’un bir zamandır bu türküyü repertuarına aldığını, alırken güncelleştirdiğini de sözlerime ekleyeyim: “Faşist diktatörleri yazma / Onlara uyup halkını satma / Doğuda ezilen halkları yazma / Bir de Gezi’de öldürülen dostlarımızı da / Yaz gazeteci yaz // Kömüre oy satanları yazma / Sinsi dincilere kanma / Paraya tapan iblisleri yazma / Bir de gelecek güzel günlerimizi de / Yaz gazeteci yaz…” Bugünden bakınca görünen bu. Genç bir şarkıcının, yıllardır dillerde devleşen türküye şahane katkısı!

Barış bahsinden girdim, gazeteciler üzerinden hapishaneye ulaştım, oradan devam edeyim… “Barış Adlı Çocuk”, Sevgi Soysal’ın, ölümünden önce yayımlanan son kitabı. Aynı adlı öykü, koğuşa göz kulak olmakla yükümlü yeni polis ve adı Barış olan çocuğu üzerinden, bir koğuşta yaşananları anlatıyor. Tıpkı, Feride Çiçekoğlu romanı “Uçurtmayı Vurmasınlar” gibi. Buradaki fark, Barış’ın, mahkumlardan birinin çocuğu olması. Kahramanların kaderi aynı: İkisi de hapishanede büyümek zorunda bırakılmış. En azından yaşıyor olmaları bir kazanım belki. Devlet, bu ülkede çocukları da öldürüyor çünkü. Geçtiğimiz hafta, 7 yaşındaki Baran Çağlı öldürüldü. Berkin gibi, İbrahim gibi, Sevcan gibi…

Çiçekoğlu, kitabının “sunu”sunda şunları yazıyor: “Barış’ı tanıdığım yerde ne çiçekler vardı, ‘ne de başı bulutlarda bir çınar’. O gevrek sesiyle simitçi bile giremezdi oraya. Taş avluya yalnızca kuşlar konardı bazen. (…) Adını ne barış yılını düşünerek koymuşlar, ne de savaşlar çıkmasın diye. Babasının sevdiği bir müzikçinin adıymış, yalnızca o yüzden.”

Barış Manço, Türkiye’de Barış adı taşıyan ilk çocuk olduğunu söylerdi: “Yaptığım araştırmalara göre şu anda Türkiye’de Barış adında benden yaşça büyük birisi daha yok. Savaşın bittiği yıllarda çoğunluk aileler çocuklarına Hakan, Serdar, Muzaffer gibi isimler koymuşlar. Dedem de bana Barış isminin verilmesini istemiş. İsimlerin, insanların karakterine tesir ettiğine inanıyorum.” Çiçekoğlu da barış bahsini bu minvalde bir cümleyle sürdürüyor kitabında: “Adının anlamı dünyayı kucaklasa, taşta büyümezdi Barış.” Sevgi Soysal’ın son cümlesi de şu: ”Diyorum ki, yine de önemliydi, çocuğun adının Barış olması.”

Kolaylıkla sarfettiğimiz, cümlelerimize teklifsizce aktardığımız barış sözcüğü ve anlamı üzerine düşünmenin tam zamanı aslında. Şarkılara, şiirlere, hikâyelere, romanlara, oyunlara, filmlere meyledebilir, oradan feyz alabiliriz bunun için ama bunu yapmadan, aklımızdaki “barış”ı düşünsek ve adımlarımızı buna ulaşmak için atsak, her şey daha kolay olacak. O zaman dünya, sahiden yaşanır hale gelecek.

Dünya ve yaşanırlık meselesinde, bu aralar tartışılan bir konudan da bahis açayım: Müziğin susturulması. Bir sürü şey yaşanıyor, susan müzik oluyor. Konserler, festivaller, performanslar iptal ediliyor. Müzik susmaz oysa. Susturulamaz. Zafer, sevinç, acı, her şey müzikle anlatılabiliyor çünkü: Ağıt, marş, ilahi de dâhil müziğe. Osmanlı, sefere gittiği zaman mehteri başköşede tutardı; “düşman”ı korkudan titretmek için. Şostakoviç, 7. Senfoni’de devrimi müzikle anlattı. Ruhi Su’dan Grup Yorum’a pek çok sanatçı ve grup, bunu yapıyor. En “kıvrak” şarkıda bile hayat ve yaşanmışlıklar var. Müzik, biraz da hayatın kendisi.

Barış ve müzik, bu ara en gerekli şeyler. Buna rağmen giderek onlardan uzaklaşmamız, sonrasını karanlık kılacak. Müzik susmasın, barış daim olsun. Tıpkı umut gibi.