Bildiğiniz gibi bu yazıyı dün yazdım. Referandum sonrası bir yazı. Her türlü hile, baskı, cebir, manipülasyon ve YSK’nın yasa tanımazlığı ile elde edilen yüzde 51’lik bir evet. Şaibeli ve meşru olmayan bir sonuç.

İşte dün bir yandan bu duygular içinde iken aynı zamanda doğum günümdü. Yaşım da epey ilerlediği için sakinliğimi korumaya çalışarak soğukkanlı bir değerlendirme yapmaya çabalayacağım.

Böyle durumlarda biraz felsefeye başvurmakta yarar var, diye düşünüyorum. Sevdiğim Alman filozofu Erich Fromm’un “Umut Devrimi” diye bir kitabı var. Zaman, zaman da bir çok yazımda söz ederim.

Erich Fromm diyor ki, “Umut, yaşamın doğasında, insan ruhunun dinamiğinde varolan bir ögedir. Yaşamın doğasını oluşturan bir başka ögeye çok yakından bağlıdır. Bu öge, inanç’tır… Umut, inanç’a eşlik eden ruh halidir.

Umutluluk hali olmaksızın inanç ayakta duramaz, dayanaksız kalır.”

Ve şöyle devam ediyor Erich Fromm; “Yaşamın yapısında umut ve inanca bağlı olan ve onların bir halkasını oluşturan bir öge daha vardır; cesaret ya da Spinoza’nın adlandırmasıyla direnme gücü… Direnme gücü, dünya ‘evet’ sözcüğünü duymak istediğinde ‘hayır’ diyebilme yetisidir”…

İşte bizler “HAYIR” dedik. Hayır oyu çıkan 33 ilin 17’si büyükşehir. İstanbul, Ankara, İzmir gibi üç büyük kentteki vatandaşların çoğunluğu ‘hayır’ dedi. 1.5 milyon mühürsüz zarfın kullanıldığı oylamanın şaibeli olarak değerlendirilmesi son derece doğal.

Toplumun en az yarısı kurulmak istenen bu istibdat rejimine kesinlikle karşı çıkıyor. Referandum gecesi sokaklarda hemen itiraz sesleri yükselmeye başladı. Başta toplumun geleceği olan gençler, bu itirazın başını çekiyorlar…

Tarihsel olarak biraz geriye baktığımızda Türk Devrimi, 1648 İngiliz ve 1789 Fransız devrimleri gibi radikal bir burjuva devrimi olmayıp reformist bir devrim özelliğini taşıyor. Türkiye’nin Batılı anlamda sanayi devrimini gerçekleştirmemiş olması ve cılız bir yerel burjuvaziye sahip bulunması, devrime önderlik eden kadroların, yani asker-sivil bürokrasinin (küçük burjuvazinin) eşraf kesim ile işbirliği yapmasına neden olmuştur. Feodalizmle gerçek bir hesaplaşma yapılamamıştır.

Laiklik anlayışı, yani dinin burjuva devletinin kontrolü altına alınması da, Osmanlı’daki şeriat anlayışının kapitalizmin gelişimini zayıflatan bir unsur olmasından kaynaklanmıştır. Batılı anlamda bir laiklik mücadelesi söz konusu olamamıştır.

Kuşkusuz Türk Devrimi’ni tüm bu olumsuz koşullara rağmen feodal Osmanlı toplum düzeninin tasfiyesine yönelik olması açısından ilerici bir hareket olarak değerlendirmek gerekir.

Aradan 100 yıl geçmiş olsa da eski Osmanlı düzenini, gerici yapıyı özleyen siyasal ve toplumsal nüvelerin varlığı, aydınlanma devriminin tam anlamıyla gerçekleşmediğini, toplumda içselleştirilmediğini gösteriyor. Şimdi “tek adam rejimi” olarak zuhur eden bu anlayışa karşı mücadele etmek zorunlu hale geliyor.

Yeni rejimin insan hakları ve özgürlükleri alanının yanı sıra ekonomik ve sosyal haklara yönelik kısıtlayıcı ve gasp edici bir hat izlemesi de mümkün hale gelebilir. Nitekim Anayasa değişiklikleri ile Cumhurbaşkanı’na tanınan yetkiler açısından ekonomik ve sosyal haklarla ilgili olarak doğrudan kararname çıkarması söz konusu olabilecek.

Kıdem tazminatının fona devri, kamu çalışanlarının iş güvencesinin kaldırılması gibi konulardaki hak gaspları gündemde bulunuyor. İşte emek kesiminin bu konularda ses çıkarması ve örgütlü olarak ciddi tepki göstermesi gerekiyor.

İşçi sınıfının ağırlığını koymadığı, öncülük etmediği toplumsal mücadelelerin başarılı olma şansı zayıftır. Bu kez işçi sınıfı, mümkün olduğunca örgütlü bir biçimde aydınlanma, laiklik ve emek mücadelesinde ağırlığını hissettirmelidir.

Öte yandan Hayır Meclisleri gibi aşağıdan yukarı örgütlenme biçimleri de yeni formlara dönük olarak örgütlenebilmeli, umudumuzu kaybetmeden direnme gücümüzü gösterebilmeliyiz…