Eğer umudu hayata pembe gözlüklerle bakmak gibi hafif, uçucu bir şey olarak konumlandırırsak evet yok. Çünkü ortada “olayları iyi yönünden görmek” gibi şans yok. Ortada iyiliğin kırıntıları var. Ama eğer umudu bahsettiğimiz gibi bir inanç ve mücadele ateşi gibi konumlandırırsak bir şansımız var. Örneklerini görüyoruz. Örneğin kadın katliamları ülkesi haline gelmiş bu ülkede en örgütlü ve umutlu yapının kadın hareketi olduğunu hatırlamakta yarar var.

Umudun psikolojisi

Nesli Zağlı

Ey her şeye bitti diyenler
Korkunun sofrasında yılgınlık yiyenler
Ne kırda direnen çiçekler
Ne kentlerde devleşen öfkeler
Henüz elveda demediler
Bitmedi daha sürüyor o kavga ve sürecek
Yer yüzü aşkın yüzü oluncaya dek


Adnan Yücel

Umut imkânsızlıklar ve felaketler içinde boğulurken edilecek bir son dua değildir. Umut pembe bir düşlem değildir. Umut fakirin ekmeği de değildir. Umut kadere kendini en naif halinle bırakmak değil; aktif bir varoluştur. Ben buradayım demektir. Beni çevreleyen akıl dışı düzene teslim olmadım ve inandıklarım için önce mücadele, sonra da metanetle bekleyebilirim demektir. Umut pasif bir tevekkül hali değil en üst düzey bilişsel işlevlerin karşılığıdır.

İnsanın umut etmesi için; önce olan biteni en net ve en gerçek haliyle kavraması, çarpıklıkları, başa bela insanlık tuzaklarını ayırt etmesi, son olarak da karanlıklar içinde “zihninin aydınlığını” koruyabilmesi için emek vermesi gerekir. Umut etmek zor, çetrefilli bir iştir. Bu yüzden herkes umut edemez. Umut edebilmek için yüzleşebilmek, kendi doğrunu zihinsel süreçlerin başına mihenk taşı gibi yerleştirebilmek ve her şeyin daha iyi olduğu bir düzeni zihninde tasarlayabilmek gerekir. Bu nedenle sadece pozitif psikoloji gibi zorlama bir ekolün kapsamında yer bulan “umut” sanıldığı gibi “iyi düşünelim iyi olsun” düsturu değildir. Kaya gibi serttir umut. Ruhun katmanlarında her şeye bata bata kendine bir yer bulur. Umut rahatlatmaz bu yüzden, canlı tutar. Etken bir varoluş halidir. Bu anlamıyla bireysellikten uzaklaşıp daha kollektif bir psiko-alana erişir. Sadece bireysel bir umuttan bahsetmek zordur. Umut içinde yaşadığımız kültürel iklimden, sosyoekonomik çerçeveden, politik gerçeklikten etkilenir.

İçinde yaşadığımız ülke umudun her sabah doğduğu ve her akşam battığı bir düzlemde yaşatıyor bizi. Eşitlik, özgürlük, hak, hukuk ve adaletin can çekiştiği, kadın katliamlarının en can acıtıcı haliyle gündemden inmediği, hayvana ve doğaya yönelik barbarlığın sümen altı edildiği, fakirin iyice fakirleştiği ve en temel ihtiyaçların bile karşılanamadığı bir düzenin seyircileriyiz. Tüm bu ağırlık yetmezmiş gibi global bir tehdit olarak Covid-19 virüsü geldi ve topallayarak yürüyen sistemin yükünü iyice arttırdı. Güvensizlik, kuşku, tiksinti, isyan ve korku içinde yaşıyoruz. Tüm bu olup bitene birinci derecede maruz kalanlar var. Yani erkekler tarafından öldürülen kadınların yakınları, haksız ve hukuksuz yere cezaevlerinde yatanlar, Covid-19 nedeniyle hayatını yitiren ön saflardaki sağlık çalışanlarının yakınları, ekmeğini ve ilacını bile zor bela alanlar ve daha binlercesi. Bir de bizim gibi tüm bu sürece tanık olanlar var. Günlerimiz huzursuz, uykularımız tatsız. En temel insanlık ihtiyacı olan güven duygumuzu kaybettik. Doğruya, iyiye, güzele yönelik inancımız her noktasından çatırdıyor. Tacizin, tecavüzün, şiddetin her türlüsünün meşrulaştığı bir düzende kaybolan insanlığımızın yasını tutuyoruz. Bu matem havası işte bundan. Tüm bu koyu gölgeleri dağıtabilmek imkânsız görünüyor. Gerçekten öyle mi? Umuda pay yok mu? Eğer umudu hayata pembe gözlüklerle bakmak gibi hafif, uçucu bir şey olarak konumlandırırsak evet yok. Çünkü ortada “olayları iyi yönünden görmek” gibi şans yok.

Ortada iyiliğin kırıntıları var. Ama eğer umudu bahsettiğimiz gibi bir inanç ve mücadele ateşi gibi konumlandırırsak bir şansımız var. Örneklerini görüyoruz. Örneğin kadın katliamları ülkesi haline gelmiş bu ülkede en örgütlü ve umutlu yapının kadın hareketi olduğunu hatırlamakta yarar var.

Örgütlü ve umutlu bir hareketin küçük bir örneği de geçtiğimiz günlerde açıköğretimde psikoloji eğitimine karşı gerçekleşti. Bu mücadelenin gerekçelerini ve haklılığı bu yazının konusu değil ancak belirtmek gerekir ki sosyal medyadan güç alarak yapılan mücadele sonucu Cumhurbaşkanlığı programın açılmasını reddetti. Bakın umudun psikolojisini kurcalayacaksak bu örnek birçok açıdan çok önemli. Bir meslek odası olmamasına karşın Türk Psikoloji Derneği insiyatifiyle bürokratik itiraz süreçleri gerçekleşti. Bunu hem hoca ve uzmanlardan hem de pırıl pırıl öğrenci ve yeni mezunların manevi desteği ile yaptılar. Bu kazanımın uzun dönemli süreci ve geçerliliğini bilemeyiz ama belli ki #PsikologlarUmutlu altında paylaşılan şiirlerin saçtığı umut işe yaradı. Çünkü üretmek umutludur, birlik olmak umutludur, empati duymak, uzlaşmak ve ortak bir amaç uğruna şiirlerin gölgesinde dinçleşmek umutludur.

Burada belki de umut dediğimiz şeyi yeniden tanımlamaya kalkıştığımın farkındayım. Umudu yaralı bir iyimserlik gibi yaşamak hiçbir dönem işimize yaramadı. Romantik bir “her şey çok güzel olacak” söylemine bu ülkenin katı otokrasisinde yer yok. Umut etmesi gereken beyin bölgelerini etkinleştirmek zorundayız. Umudu bir kabullenme ve affetme seremonisinde yaşama lüksümüz yok bizim. Bir göz kırpması kadar sürede bir kızkardeşimizi erkekliğe ve eril erke kurban veriyoruz. Asgari ücret insan hakları ihlallerinin ilk perdesi gibi. İşsizler, KHK'liler, atanamayanları ve bu sarsıntılı yolculukta bir türlü tutunamayanları da hatırlamak gerek. Diyeceğim o ki koşullar maalesef savaş koşulları gibi. İşte bu nedenle umudu yeniden tanımlamak bir zorunluluk.

Umut dediğimiz aslında bir muhakeme süreci ve tam da bu nedenle üst bir bilişsel işlev. Kafanızı kaldırıp şöyle bir hayatınızda ve çevrenizde olup bitenlere baktığınızda olumsuzluklar, sıkışmışlıklar, haksızlıklar, travmalar görüyorsak zihnin geçtiği alarm durumu bir süre umudu etkisiz bırakıyor.

Yaşamla yüzleşmek bazen ayları bulan bir kayıp duygusuna dönüşebiliyor. Yası tüm hayatı bloke etmeden tutmanın yolu inkâr gibi manik defanslar gibi savunma mekanizmalarına sığınmamak. Bireysel olsun, toplumsal olsun her yara, her travma bu sancılı işi öncülüyor. Sonrasında ise “umut edebilenlerde” soğuk ama gerçek bir bilinç gerekiyor ve bu keskinlikten korkmamak gerekiyor. Hayat bizi lime lime etse de bütünlüğün bireyde başlayan ve topluma yayılan bir dirençte saklı olduğuna inanmalıyız. Umut etmeyi aptallık sayan, yok sayan ve sürekli söylenen kişileri iyi bilirsiniz. Onların zihni doğruluk, eşitlik ve adalet gibi kavramların etrafında örgütlenmez. Sarkastik ve her daim eleştirel duruşları bundandır. Umut edenler ise bir değerler bütünü içinde katlanılmaz hale gelen dünyaya yeni bir zemin sermek isterler., tıpkı İstanbul Sözleşmesi'ni sağlam bir temel olarak kılmak gibi. Umut eninde sonunda kazanır mı bilmiyorum, ama direniş her daim kazanır. Yelkenini duru ve güçlü bir umutla dolduranlarla yola devam…