Bitmiyor. Ölüyoruz, öldürülüyoruz. Açık söyleyeyim: Korkuyorum. Bu ülkede yaşamak artık sadece korku veriyor bana. Durup dururken ölmek, bir bombaya, saçma bir cinnete ya da bir trafik kazasına kurban gitmek çok kolay. Eskiden de kolaydı ama her yerde bu kadar çok bomba patlamıyordu o zaman. Geçtiğimiz yıl, 20 Temmuz günü Suruç’ta patlayan bomba bir milattı. Öncesinde Diyarbakır’da oldu patlama, sonrasında Ankara ve İstanbul’da… Her biri canımızdan can koparttı. Üzdü, helak etti, umudumuzu yok etti. Yazık ki dahası da olacak. Hiçbiri son değildi, bu da son olmayacak.

Filmi biraz geri sarayım… Geçtiğimiz salı mutluydum. Ankara’daydım. Bu ara orada olmak beni mutlu ediyor. Ancak mutluluk her zaman daim olmuyor: Elimizde olmayan sebeplerle bozuluyor. Sevgilimizle, arkadaşlarımızla, kardeşimizle geçirdiğimiz şahane bir günün gecesi kabusa dönebiliyor. İstesek de toparlayamıyoruz üstelik. O gün de öyle oldu.

Mutluluk veren bir olaya şahit olmak üzere Ankara’ya gittim. Gündemi takip etmedim, şu tuhaf özür mevzularını ve manevraları düşünüp sinirimi bozmadım. Göz ucuyla bile bakmadım çünkü sahiden başka şeylerle ilgilenmek istemiyordum. Sonrasında şöyle yazdım hatta twitter’a: “Bu ara kendimi müziğe verdim. [Hiçbir şeyle] ilgilenmiyorum. Sinirlenmeyeceğim zira ziyadesiyle mutluyum. Bir süre öyle olsun istiyorum.” Aynı günün sabahında da “Totoro’nun kedi otobüsü gelsin ve bizi alsın. Tereddüt etmeden biner giderim.” yazmıştım. Giderim sahiden. Nereye olduğunu bilmeden, tıpkı filmdeki gibi… Öyle bir hal içerisindeyim –ki başta söyledim: Korkuyorum.

umudun-ritmine-kulak-verelim-su-gunlerde-155866-1.

Çok değil, yukarıdaki cümleleri yazmamdan yarım saat kadar sonra, korkularımın yersiz olmadığı bir kere daha ortaya çıktı: Atatürk Havalimanı’ndan, hepimizi allak bullak eden patlama haberi geldi. Önce anlamadık. Sonra olayın farkına vardık. Sonra (her zamanki gibi) öfkelendik. Sonra (yine her zamanki gibi) istifa diledik, olmayacağını bile bile… İstifa etmesi gerekenlerin, hem de yas gününde güle oynaya ve balon uçurarak köprü açacağını tahmin edemezdik elbette o gün. Bunca insanlıktan uzaklaşacaklarını…

İnsanlar ölürken düğün yapan, ulusal yas gününde (hem de o günü bayrama benzeterek) açtığı köprünün önünde poz verenler tarafından yönetiliyoruz. Dünya sadece onların etrafında dönüyor. Ölenlere “şehit” diyerek “kutsuyorlar” ve görevlerini ifa etmiş oluyorlar. Sonrası, önemli değil. Ölen insanlar kimilerinin nezdinde sadece bir propaganda malzemesi. Gerektiğinde utanmadan kullanıyorlar bunu. İki seçim arası durmadan şehit cenazelerine koşanlar, seçimi kazandıktan sonra evlerine döndüler. “İş”leri bitti çünkü. Seçimi kazanmasalardı, belki de daha beter bir ortamla karşılaşacaktık. Hoş, bundan beteri ne olabilir ki?

Başbakan’a kalırsa “güvenlik zaafiyeti yok”. Haklı. Her yere korumalarıyla giden, tek başına sokağa çıkamayan, ziyaretinden önce gideceği yere adamlarını konuşlandıran ve giderken bütün yolları kapatan için elbette “güvenli” bir ülke burası. İstikrar dedikleri, patlayan bombaları engelleyememekten ibaret –ki dönemin başbakanı, “patlatmadan yakalayamayız” diyerek niyetini belli etmişti. Patlama sonrası can havliyle “çalışan” ve kendilerine dayatılanı “kabul eden” AKP milletvekilleri, “birleşmezler” denilen partilerin birleşerek verdikleri araştırma önergesini reddetti. Pilli Bebek şarkısındaki gibi “tuhaf rastlantılar, tuhaf temaslar”ın ortaya çıkmasından korkmuş olabilirler. Belki de başka bir şeyden… Ne olursa olsun, tarihe utançla yazıldı bu. Kendilerine yönelik eleştirileri, “umarım böyle bir patlamada can verirler” diyerek karşılayanlardan ne bekleyebiliriz ki?

Çarşamba ve sonrası kötüydü. Haberler geldikçe her şey daha da kötü oldu. Yazı yazılırken, 42 kişinin öldüğü kesinleşmişti. Dile kolay, 42. Onca insan. İnsan ister istemez şu sorunun cevabını merak ediyor: Üzülmeleri için kaç kişinin ölmesi gerekiyor?

Kasvet fena. Korkuyu değil belki ama kasveti yok etmenin yolu, şarkılar. Şu mesela: “Kaybolmuş bir kentin eskicisiydi / Makineleşmeye karşı duyguları topluyordu / Kaybolmuş bu kentin sokaklarında / Torbasında umut, torbasında insana dair ne varsa // Yalnız değilsin eskici / Bir sabah güneş doğar / Sevgiden tuğlalarla / Yeniden kurarız bu kenti…” Metin – Kemal Kahraman albümü “Deniz Koydum Adını”, biraz da bu şarkı yüzünden hâlâ en çok dinlediklerimiz arasında. İnsana umut aşılayan şarkılardan biri bu: Yalnız olmadığımızı gösteriyor.

İlk albümlerine adını veren Grup Yorum şarkısı da bu minvalde: “…ve gözleri uzak yamaçlarda / Aranıp dururken bir şeyleri / Sessiz ve sakin beklemekte / Bekledikçe bileylenen yürek // Belli ki dağların, denizlerin / Ve göllerin üzerinden / Sıyrılıp gelmektedir seher / Belli ki yakındır doğayı ve hayatı sarsacak saat…” İçkili mekanlarda Grup Yorum çalmam. İstemezler çünkü. Saygı duyarım. Sadece bir kez, Kadıköy Sahne’de, Kenan Evren’in öldüğü gün, onun ardından bu şarkıyı çaldım. Bir kere daha çalmak istiyorum şimdi. Sadece bir kere daha.

Umuttan söz etmişken, şu şarkıyı ıskalamayalım: “Yeniden doğup eline günün / Yeniden duyup adını gülün / Yeniden başlamalı, yeniden anlamalı / Yeniden dinlemeli o yiten türküleri…” Sevinç Eratalay şarkısı bu ve bana yıllarca en umutsuz günlerimde umudu aşıladı. Hele ki şu dizesiyle: “Dağılır gider kara bir bulut dokununca bir dost eli...” Aynı dönemde karşıma çıkan bir Hüsnü Arkan şarkısı da öyleydi: “Eksilmesin dudağından gülüşün eksilse yaşamından güneş / Yüzün kararmasın gecede, gülümse düşlerinde yine…” Bu şarkının da şurası sarsar: “Ölenlerin adını unutma, türkülerin, meydanların / Ah, bırakmasın onlar seni…”

Sadece onlar değil, şarkılar da bizi bırakmasın. Böylesi berbat günlerde, bizi düze çıkartacaklar. Ne diyor Metin – Kemal Kahraman: “Bu kent yorgun düşmüş bunca acıya / Yeni bir güne başlıyor umarsızca…” Bu dizeler, sözlerini Murat Yetkin’in yazdığı eski bir Çağdaş Türkü şarkısını hatırlatıyor: “Son kuşlar da geçiyor / Biten bir sevda gibi / Uyanıyor Ankara / Günün ilk saatleri /…/ Bilinmez ne getirir / Bize gelecek günler / Her gün yeni bir umut / Her gün yeni bir dünya…” Şarkının sonunda karşımıza çıkan dizeler, yazının sonuna getirsin bizi: “Akıp gitse de yaşam / Gelmiyor bırakmaya / Karşı durmaktır yaşam / Tükenmemektir asla…”

Dik durmak, direnmek gerekiyor. Önümüz “bayram”. Dün Sivas’ta yakılan canlarımızı andık, içimizde o günden bu yana ölen yüzlerce (evet, yüzlerce!) insanın acısıyla… “Bayram”a inanan inansın; ölmemek için değil sahiden “yaşadım” diyerek yaşayacağımız gün geldiğinde, bayram gelmiş olacak. Uzak değil, illa ki gelecek o günler.