‘O sıralarda bütün bunları biz bilmiyorduk. Sonraları, ayrıntıları ile anlayamadığımız olaylar, birbirini izlemişti. Bizlerse, bu gördüklerimizden daha fazlasını artık göremeyiz sanıyorduk. Oysa daha neler neler görecekmişiz. Ama o akşam, ilk kez tutukluların barakalarını, o yedi ağacın odunlarıyla ısıttıklarında, hayata, sonraları bile hissedemediğimiz kadar yakın olduğumuzu, kendilerini canlı sayanlardan daha canlı olduğumuzu sanmıştık. Dinmek bilmeyen yağmura söylenmekten vazgeçmişti SA nöbetçisi. Bizi suçüstü yakalamak için birden döndü. Sonra var gücüyle bağırdı bizi cezalandırdı. On dakika sonra kerevetlerimizin üzerinde yatıyorduk. Sobanın içindeki son kıvılcım da sönmüştü. Bizleri bundan böyle ne biçim gecelerin beklediğini bilmiyorduk. Nemli sonbahar soğuğu yaygılarımızın, gömleklerimizin arasından derimizi titretiyordu. Dış güçlerin insanların ta içlerine, nasıl amansızca el uzatabildiğini, yine de bir köşede kimselerin el uzatamayacağı, sarsamayacağı bir şeylerin bulunduğunu hepimiz biliyorduk.’

Yer Almanya, Westhofen Toplama Kampı. Henüz gaz odaları yok, çoğunlukla komünistlerin tutulduğu, sık sık işkence gördükleri bir hapishane. 1937’nin sonbaharı. Nazi iktidarının tamamen tesis edilmiş olduğu ama hapisten de kaçılabilen zamanlar. Yedi tutuklu kaçar, hikâye başlar.

Kamp komutanı Fahrenberg yedi tutuklunun yedi gün içinde yakalanıp geri getirilmesini emreder. Yakalandıkları zaman da onları bağlayıp öldürmek için yedi çınar ağacından yedi haç yaptırır.

Yedi tutuklu kaçarken, ulaşabildikleri her insanın muhbir olabileceğini, her köşeden bir üniformalının çıkabileceğini bilirler. Zor seçimler yapmak zorunda kalır, daha da zor kararlar verirler.

Gestapo çok güçlü, halk korku içinde, işkence ve ölüm her yerdedir.

Ama kaçaklardan Georg güvenebileceği hiç kimse kalmadığını her hissettiğinde, yanında yoldaşlarını bulur. Yoldaşları kimi zaman bir palto kimi zaman bir zarf olarak çıkar karşısına. Arkadaşları, hayatları boyunca karşı çıktıkları faşizmden ölesiye korksalar da, bazılarının içinde eski günlerin hatıralarından aldıkları güç ve bu gücün verdiği umut vardır.

Faşizmin bu denlisinde bile umut Georg’u ölüme her yaklaştığında bulur.

Sonunda çınar ağacına çakılan yedinci haç boş kalır. Toplama kampındaki insanlık dışı ortamda hayatta kalmaya çalışan, hatta hayattan vazgeçenler için o son haç, ‘kimselerin el uzatamayacağı, sarsamayacağı’ bir direnişin sembolü olur.

Kendisi de Nazi faşizmine bir komünist olarak maruz kalan Anna Seghers’in 1942’de yayınlanan ‘Yedinci Haç’ isimli romanı, toplama kampından kaçan yedi tutukluyu anlatırken hem faşizmi hem de ülkenin üzerine çöken karanlıkta büyük emeklerle açılan minik çatlaklardan içeri nasıl ışık süzüldüğünü anlatıyor.

Kitaptan alıntıladığım yukarıdaki satırlar da faşizmin hayatı tümden teslim alamayacağının izahı.

Romanda sadece komünistler, Yahudiler, kaçaklar, direnişçiler, olağan şüphelilerin hikâyesi yok. ‘Sıradan insan’ da kendisiyle yüzleşmek zorunda kalıyor, ne zaman, nerede vazgeçeceğinin, pes edeceğinin hesaplaşmasını yaşıyor. En çok da direnişi nereye kadar götürebileceğinin kavgasını veriyor kendi içinde. Faşizme teslim olarak tehlikeden uzak yaşamak varken, yaşamanın sadece nefes alıp vermek olmadığını bilenler, Gestapo’yu bile karşısına almayı göze alıyor, eh, her zaman da kazanmıyorlar. Peş peşe kaybedişleri yaşayan insanlar, umutlarını bile kaybettiklerinde, ellerinde kalan tek direnişin vazgeçmemek, unutmamak, teslim olmamak olduğunu anlıyor.

Elde kalan tek direnişin teslim olmamak olduğu zamanlardan, son direnişin hatırlanacağı zamanlara, Nazım Hikmet’ten: ‘Mesele esir düşmekte değil, teslim olmamakta bütün mesele!’