Börtü böceğin, ağaçların, yunusların, susamurları ve yılanların bilmediği, tabiatta sadece insana özgü bir duygudur umut. Bir hayvan, su kaynağı ararken suya dair ipuçları görmeden, kokusunu almadan bir beklentiye girmez. Oysa insan, arzuladığı “şey”in tek bir ipucunu görmeden ve duymadan onu bulacağına dair bir beklentiye girebilir ve bunun adı umuttur. Nesnesi ortada yokken arzulanan ve arzulandıktan sonra da beklenendir umut.

Umut

Buket Uzuner

Günlük hayatın içinde bir cankurtaran simidi olarak sık sık kullandığımız ama değerini ve önemini pek düşünmediğimiz kavramlardan biri de “umut”.
Umudu, “bir şeyin olmasını beklemekle birlikte onun için arzu duymak, yani arzulan bir şeyin beklenmesi”, diye tanımlamak biraz kafa karıştırıcı olabilir.

Oysa, ele avuca sığmayan, gözle görülmeyen ve her yerde bedava olarak bulunmasına karşın sadece iyimserlerin sahip olabildiği bir şeyden bahsedersem, akla hemen umut gelecektir.

Umut, onu boş hayallere kapılmak, gerçekçi olmamak, hatta bönlük olarak tanımlayarak küçümseyen karamsar ve kötümserler dahil her gün “hava durumu”ndan sonra belki de en çok konuşulan bir kavramdır. Yani, sahip olsak da eleştirsek de onsuz yaşayamadığımız bir duygudur umut.

Rengi, kokusu ve sesi olmayan ama şair: “umut kokusu”, yazar: “umut rengi”, felsefeci: “umut sesi”nden bahsettiğinde, okuma bilmeyeninden profesörüne kadar çoğunluğun “mis kokulu, su sesli, aydınlık bir şey” görmüş ve duymuş gibi yüzüne bir gülümseme konduran, nefesi açan, iyi hissettiren o şeydir umut.

Varlığında, kaynağı belirsiz bir ışık gibi ortamı aydınlatan, yokluğunda, en aydınlık ortamı karartan bir şeydir “umut”.

Börtü böceğin, ağaçların, yunusların, susamurları ve yılanların bilmediği, tabiatta sadece insana özgü bir duygudur umut. Bir hayvan, su kaynağı ararken suya dair ipuçları görmeden, kokusunu almadan bir beklentiye girmez. Oysa insan, arzuladığı “şey”in tek bir ipucunu görmeden ve duymadan onu bulacağına dair bir beklentiye girebilir ve bunun adı umuttur. Nesnesi ortada yokken arzulanan ve arzulandıktan sonra da beklenendir umut.

Umut, bir şey, bir duygu, bir kavram; umut sihirli bir kavramdır.

Sihir, duygu ve şey! Bunlar açıkçası yetişkin dünyası için hiç ciddi nesneler ve ifadeler değildir. Zaten umut kavramı üzerine düşünenler de şairler, yazarlar ve felsefeciler, açıkçası toplumların çok da ciddiye almadığı kişilerdir. Buna karşılık, umudu ciddiye almayıp, küçümseyen ama onu binlerce yıldır tepe tepe kullananlarsa krallar, sultanlar ve siyasetçilerdir. Çünkü umut fakirin ekmeğidir!

Peki, gerçekte nedir umut?

Umut, kendimize ait bir istekte bulunmaktır, bu yüzden oldukça kişiseldir.

Aynı ülkenin geleceği için umuda sahip olduğunu söyleyen iki kişiden biri demokrasiyi, öbürü otokrasiyi hayal ederek umutlanıyor olabilir. Aynı yaz tatilini çok güzel geçireceğine dair umutları olan iki kişiden biri, her gece gürültülü ve kalabalık eğlencelere katılacağı bir deniz tatilini, diğeri yemyeşil bir yaylada kitap okuyarak dinleneceği sakin bir yaşamı hayal edebilir. O derece kişiseldir umut.

Umut, arzulanan bir şeyin olmasını beklemek ve bu bekleyiş sırasında beklenen şeyin olmama olasılığını bilmekten kaynaklanan endişe ve korkuyu da içinde barındırır. O halde umut: arzu, beklenti, endişe ve korkudan oluşur.

Bu yüzden umut, ilk anda çağrıştırdığı gibi tamamen olumlu, iyimserlik dolu bir şey, bir his, bir kavram değildir. Oysa biz umudu, karamsarlığa hiç düşmez zannederdik.

Değil elbette; çünkü umut, umutsuzluğun başladığı yerde yeşeren bir kavramdır. Yani, ortada umutsuzluk yoksa umut ihtiyacı da yoktur.
Umudun yakın akrabası iyimserlikten bahsederken daima verilen o meşhur örnek, hani, “bardağın dolu kısmına bakmak” eğretilemesi hiç ‘boş’una seçilmemiştir. Çünkü aslında bakılan bardağın yarısı boştur. Yani her şeyin yolunda gittiğini temsil eden “dolu bardak” imgesi yoktur, o bardak şimdi yarı doludur. İyimserliği tehdit eden yarısı boş bardak, artık kalan yarımı da kaybetme korkusunu, karamsarlığı ve umutsuzluğunu yaratmıştır. İşte tam o sırada devreye umut girer ve size bardağın tamamen boş olmadığını, dolu olan yarısını hatırlatır. Bunu görmek veya görmemek, görünce tamamen gevşeyip, ipin ucunu kaçırmak ya da “iyimser olmayan umut” denen; o durumda bile yeni çözümler üretmek, tamamen insanın kendisine kalmış bir tercihtir.

İyi de acaba gerçekten öyle midir? Yoksa bazılarımız aşırı iyimser, devamlı şen şakrak, her koşulda memnun, tehlikenin içinde bile önlenemez bir biçimde umursamaz olarak mı doğar? İyimser ve umutlu olmak ile karamsar ve umutsuz olmak doğuştan gelen karakter özelliklerimiz midir? Öz kardeşler üzerinden hepimizin bildiği örnekler bunu kısmen doğrular.

Bunları düşününce umut, sihirli bir kavram olmaktan sıyrılır. Bu kez de umudun, insanın kendini kandırma bönlüğüne, iyimserliğin banalliğine, aşırı duygusallığa, büyük hayal kırıklıklarına yol açtığını düşünen filozof ve yazarın sesine kulak kabartırız. Ben, boş umutlarla savrulmak yerine, felsefe ve edebiyatta okura boş umuda kapılmamayı öneren yazarların sayıca daha fazla olduğunu düşünenlerden biriyim.

Örneğin T.S. Elliot, ünlü “Çorak Ülke” şiirinde, “Nisan en zalim ay!” derken, baharın insanda yeniden doğuşa dair sahte, boş umutlar uyandırmasını kastetmektedir.

Edebiyat eleştirmeni ve düşünür Terry Eagleton, “İyimser Olmayan Umut” kitabında, pek çok kültürde erdem kabul edilen yardımseverliğin aşırı duygusallığa, inancın bönlüğe, umudun da kendini kandırmaya kaydığını söylemektedir. “Boşa gideceği olasılığını düşünmeden umudun adını anmak güçtür” der.

Bana sorarsanız, iyimserliğin içindeki kırılganlık ve konformizm umudun, kötümserliğin içindeki sertlik ve kuşkuculuk da umutsuzluğun en büyük zaafıdır. Unutmayalım ki; sadece yumuşak maddeler değil, aşırı sert olanlar da kolayca kırılır. Aşırı iyimserlik insana bönlük, budalalık getiriyorsa, aşırı kötümserlik de umursamazlık ve hoyratlık getirir.

Roman ve öykülerimin hiçbirinin mutlu veya mutsuz kesin bir sonla bitmediğinden şikâyet eden okurlar, bu durumu benim, gerçek hayatın bir yansıması olarak gördüğümü de bilirler. Çünkü ben, tahminlerin aksine hiç de iyimser biri değilimdir ve çocukluğumdan beri önce bardağın boş tarafını görürüm. Tanıyanlar veya hayat hikâyemi bilenler, hayata gerçekçi bakışımın beni umutsuzluğa sürüklemediğini de bilirler. Çünkü ben filozof Eagleton’un bahsettiği “iyimser olmayan umutlu”lar dan biriyim.

Umut, karşıtı olan umutsuzluk; “korku”, “karamsarlık” ve “endişe” karşısında bönlüğe ve rehavete kapılmadan çözüm üretenler için tehlikenin de bir ölçüde panzehri olabilir.

Tam burada, hayatı derin acılar, vatan özlemi ve mahpuslukla geçmesine karşın, adalet ve aşka dair ”iyimser olmayan umudu”nu hiç yitirmeyen ve bu şifayı bizlere çok değerli bir mira solarak bırakan Nâzım Hikmet’e selam edelim:

“İşler atom reaktörleri işler/Yapma aylar geçer güneş doğarken/Ve güneş doğarken hiç umut yok mu?/umut umut umut/umut insanda”

Ve emsalsiz kadın şair Gülten Akın’ın “Deli Kızın Türküsü”ndeki umut ile vedalaşalım. “Sabahleyin/Karayı kaldırın mavi koyun umudumu yitirmedim/Beni çağırın gülümserken uykunun bir yerinde/Eliniz beyazken uzatın isterim/Karayı kaldırın sevgi koyun umudumu yitirmedim.”